II. Mahmud (Osmanlı Türkçesi: محمود ثانى Mahmud-ı sānī, محمود عدلى Mahmud-ı Âdlî) (20 Temmuz 1808 – 1 Temmuz 1839), 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı hanedanının üçüncü ve son soy atasıdır. Son altı Osmanlı padişahından ikisi onun oğlu dördü ise torunudur. Tahtta kaldığı 31 yıllık süreç Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir. Balkanlarda imparatorluğun dağılma sürecini başlatan Sırp ve Yunan isyanları, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının Navarin'de Osmanlı donanmasını imha etmesi ve ardından Rusya ile savaşa girilmesi, Fransa'nın Cezayir'i işgal etmesi, asi ilan ettiği Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordularının Suriye ve Anadolu'yu geçerek Kütahya'ya kadar gelmeleri gibi hadiseler ile karşı karşıya kalan Sultan II. Mahmud bir diğer taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı'na giden yolun hazırlayıcısı olmuştur. Hükümdarlığı dönemindeki icraatları nedeniyle, bazıları kendisini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen müceddid olarak kabul edip büyük sıfatıyla yad etmiş, muhalifleri ise gavur padişah olarak nitelendirmişlerdir.
Sultan II. Mahmud dönemi, Osmanlı tarihinde batılılaşma süreci içerisinde büyük öneme sahiptir. Sultan II. Mahmud, Osmanlı Devleti’ne yeniden bir düzen verilmesi amacıyla, bütün işlerinde batı teknik ve kültüründen faydalanma yolunu tuttu. Tarihlere Vaka-i Hayriye olarak geçen Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şekilde kaldırılması hadisesinden sonra kurduğu Avrupai tarzda eğitim gören Asakir-i Mansure-i Muhammediyye (Türkçe: Muhammed'in zafer kazanmış orduları) ordusu ile modern Türk ordusunun temellerini attı. Yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile sarık, kavuk ve biniş giyilmesini yasaklayıp, ceket, pantolon ve fes giyilmesi kuralanı getirdi ve kendi de sakalını kısa keserek modern kıyafetler ile halkın içine çıktı. Portrelerini yaptırarak devlet dairelerine astırdı. Devlet ve saray teşkilatında geniş ölçüde değişiklik yaparak Divan-ı Hümayun ve Enderun’u lağvedip çeşitli bakanlıklar ve meclisler kurdu. Modern anlamda ilk nüfus sayımını gerçekleştirdi, ilk posta teşkilatını kurdurdu ve ilk resmi Türk gazetesi olan Takvim-i Vekayi (ilk Osmanlı Türk gazetesi) onun döneminde yayımlandı. Sultan II. Mahmud, yapmakta olduğu reformların kalıcılığını bunların manasını kavrayacak nesillerin yetiştirilmesi ile mümkün görüyordu. Bunun için de, eğitime çok önem verdi. İlköğretimi zorunlu hale getirerek bugünkü ilkokula denk rüşdiye okullarını kurdu. Avrupai tarzda eğitim vermek amacıyla İstanbul'da, Türkiye'nin ilk modern tıp okulu olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve modern anlamda ilk harp okulu olan Mekteb-i Harbiye'yi kurdu.
Şehzadelik yılları
Sultan II. Mahmud 20 Temmuz 1785’te Topkapı Sarayı'nda dünyaya geldi. Babası Sultan I. Abdülhamid annesi ise Sultan I. Abdülhamid'in sekizinci kadını olan Nakşidil Sultan'dır. Bütün hayatı boyunca kullanacağı Adli mahlası kendisine doğduğu zaman verilmiştir. Şehzade Mahmut, babası öldüğünde 4 yaşındaydı. 1789 yılında Sultan I. Abdülhamit’in ölümü üzerine tahta çıkan Sultan III. Selim kısır olduğu için Şehzade Mahmut ile çocuğu gibi ilgilenmişti. Şehzade Mahmut’un kendisinden 6 yaş büyük olan ağabeyi Şehzade Mustafa ile birlikte ikisinin de eğitimlerine önem vermiş hatta onlara dönemin koşullarının elverdiği ölçüde özgürlük de tanımıştır. Şehzade Mahmud, Topkapı Sarayı'nda Şehzadegan Mektebi'ne devam edip geleneksel tarzda bir eğitim alırken diğer taraftan Sultan Selim onu sık sık yanına çağırıp, siyasal ve diplomatik sorunlar üzerine sohbetler ederdi. Şehzade Mahmut reformların gerekliliği ile Sultan Selim’in bir dizi reform çabası içerisinde geçen saltanatı esnasında tanışmıştır.
Büyük bir müzisyen olan Sultan III. Selim dönemin musikî üstatlarını toplayarak, Topkapı Sarayı'nda küme fasılları düzenletirdi. Sultan II. Mahmud'un şehzadeliğinde bu musiki ortamından etkilendiği çok açıktır ki oda tambur çalar ve ney üflerdi. Musiki sevgisi onunda tüm hayatına damgasını vurmuştur ve kuzenine yakın seviyede büyük bir bestekar olmuştur. Sultan III. Selim, Mevlevîliğe muhabbeti olduğundan sık sık Galata Mevlevihanesi'ne giderek Şeyh Galib'i ziyaret edip, burada ney üfleyip, sema ayinlerine katılır, şiir sohbetleri yapardı. Bu müzikli, edepli toplantılar çoğu kez Saray'da da tekrarlanırdı. Sultan II. Mahmud'un saltanatı boyunca Mevleviliğe gösterdiği yakınlığın kökü bu günlere dayanmaktadır. Sultan II. Mahmud'un hat sanatı ile olan ilgisi de şehzadelik yıllarda başlamış ve iyi bir hattat olarak yetiştirilmişti. Sarayın hat hocalarından Kebecizade Mehmet Vasfi Efendi’den sülüs, nesih dersleri almış, şehzadeliğinin son yıllarında 1807’de bir hilye yazarak icazet almaya hak kazanmıştı. Sultan Mahmut şehzadeliği esnasında Topçuluk alanında kendini geliştirerek Topçulukla ilgili bir risale de yazmıştı.
TAHTA ÇIKIŞI
Sultan III. Selim, gerçekleştirmek istediği reformlara karşı meydana gelen Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilince Şehzade Mahmut ağabeyi Sultan IV. Mustafa'nın 14 aylık saltanatı boyunca korku dolu günler geçirdi. Bu esnada saraydaki dairesinde tutuklu olan III. Selim ise gelecek için tek umut gördüğü kuzeni Şehzade Mahmut’a fırsat düştükçe hükümet ve saltanat işleri ile ilgili öğütler veriyor Nizam-ı Cedid’in yeniden ihyası hakkında uzun uzun konuşmalar yapıyordu.
İstanbul’dan sağ kurtulup kaçabilen Nizam-ı Cedidciler Rumelide yenilikçi ve III. Selim yanlısı olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına sığınmışlardı. Tarihe Rusçuk yaranı diye geçen bu kişiler III. Selim’i tekrar tahta çıkarmaya karar vermişlerdi. Alemdar Mustafa Paşa 28 Temmuz 1808'de 15.000 kişilik ordusu ile Sultan III. Selim'i tahta çıkarmak için Topkapı Sarayına dayandığında tahtta bulunan Sultan IV. Mustafa, Sultan III. Selim ve kardeşi Şehzade Mahmud'un ölüm emrini verdi. Haremdeki dairesinde feci şekilde öldürülen Sultan Selim'in cesedi Arz Odası'nın önünde bırakıldı ve Alemdar Mustafa Paşa sarayın Babüssade Kapısını kırdığında tahta çıkarmak için geldiği Sultan III. Selim'in cesedi ile karşılaştı. Bunun üzerine Şehzade Mahmud'un derhal bulunup getirilmesini emretti. O esnada haremde Şehzade Mahmut'u katletmek için cellatlar ile Şehzadenin hizmetkarları arasında çatışmalar yaşanıyordu. Şehzadenin maiyetindeki cariyelerden Cevri Kalfa hamam külhanından aldığı bir kase külü katillerin yüzüne avuç avuç atınca kazanılan zamanla birlikte ağalar bunu fırsat bilip Şehzade Mahmut’u damdan kaçırmayı akıl ettiler. Dama çıkarken katillerden birinin fırlattığı hançer Şehzade Mahmut’un koluna saplandı ve derince bir yara açtı. Şehzade Mahmut dama çıkarken, telaş ve heyecandan başını da çatı kapısına çarpmış, sağ kaşının üstünde bir yara açılmıştı. Ancak katillerin tüm çabalarına rağmen Şehzade Mahmut, sarayın kubbelerine çıkmayı başardı. Haremden kuşhane’nin damına geçen şehzade, kuşaklarla birbirine bağlanan iki merdivenle Baş İmam Hafız Ahmet Efendi ve arkadaşları tarafından Enderun avlusuna indirildi. Çıplak ayaklarına acele ile koğuşuna kaçan Enderunlulardan birinin kapı önünde bıraktığı pabuçlar geçirildi ve Alemdarın bulunduğu yere getirildi. Oradan Hırka-i Saadet dairesine geçilerek Sultan II. Mahmud'a biat edildi. Sultan II. Mahmud tahtı borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Tahta çıktığı ilk gün Sultan III. Selim'in ölümüne sebep olanlar birer birer idam edildi ve o gün sarayın kapısında 33 kesik baş sergilendi. Ancak Sultan II. Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın ısrarına rağmen ağabeyi Sultan IV. Mustafa'yı öldürtmedi. Sultan II. Mahmut hayatının kurtulmasına sebep olan Cevri kalfayı ise Hazinedarbaşılığına getirdi ve ona Çamlıca'da geniş arazi vererek, bir de köşk yaptırdı.
İstanbul’daki karışıklıklar ve güvensizlik nedeniyle Sultan Mahmut’un kılıç alayı uzun bir gecikmeden sonra 13 Eylül 1808’de yapıldı. O gün Topkapı Sarayı’ndan çıkılarak Seyf-i Nebevi’yi Silahdar Ağa alayın önünde taşırken Enderun müezzinleri tekbir getiriyor; Alemdarın seğmenleri de muhafızlık ediyordu. Sultan Mahmut, Eyüp Sultan’da Hz Muhammed’in halifesi olduğu için ona izafe edilen kılıcı sağ tarafına atası Osman Gazi’nin kılıcını ise Osmanoğullarının soy atası olması umut edildiği için sol tarafına kuşandı.
Saltanatı dönemindeki önemli siyasi olaylar
Sened-i İttifak
Sultan II. Mahmud'un tahta çıktığı günlerde Osmanlı Devleti’nin merkezî otoritesi taşrada büyük ölçüde etkisizdi. Rumeli, Anadolu ve Mısır gibi eyaletlerde âyanlar âdeta bağımsız idareler kurmuşlardı. Özellikle 18. yüzyılın başından beri zenginleşen Rumeli topraklarında çok güçlü toprak beyleri ortaya çıkmıştı. Bu şartlarda, Alemdar Mustafa Paşa, Sultan II. Mahmud'un ve merkezi devletin otoritesini sağlamak için güçlü ayanlarla bir anlaşma yapmayı ilk çare olarak görüyordu.[1] Alemdar Mustafa Paşa, bu amaçla, Anadolu ve Rumeli’ndeki tüm âyanları İstanbul’da Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü’nde toplantıya çağırdı. Ayanlara bir dizi yükümlülük getiren Sened-i İttifaka göre; âyanlar padişaha sadık kalacak ve yenilik hareketlerini destekleyecekti. Yeniçeri isyanlarının bastırılması, orduya asker sağlama ve devletin mali taleplerini karşılaması gibi hususları kabul ettiler. Buna karşılık ayanlara mülklerini ebediyen haleflerine miras bırakma hakkı tanındı. Sened-i İttifak açıkça ayanların İstanbul'dan bağımsızlığının resmileştirilmesiydi. Sultan II. Mahmud'un karşı gelecek durumu yoktu; imparatorluk hala Ruslar ile savaş halinde idi. Sultan II. Mahmud vesikanın yukarısına hatt-ı hümayunu ile imzasını attıysa da o günden itibaren ayanlara kin beslemeye başladı. Belgenin imzalı orijinal nüshası günümüze kalmamıştır. Sultan II. Mahmud'un bunu ilk fırsatta yok ettiği anlaşılmaktadır.
Sekban-ı Cedid ve Alemdar Vakası
Sened-i İttifak’ın imzasından on beş gün kadar sonra, başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere, yedi ocaktan bir muvafakatname alınıp, sekizinci bir ocak kurulmaya başlandı. Oluşturulan ocağın karakteri III. Selim devrindeki Nizam-ı Cedit ordusuyla aynıydı. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa halka yakın mazinin korkunç olaylarını hatırlatan “Nizam-ı Cedit” terimini bir tarafa bırakarak, yeni kurulan asker ocağına Sekban-ı Cedid adını verdi. Böylece 14 Ekim 1808’de eski bir kapıkulu ocağı olan sekbanların adı benimsenerek Sekban-ı Cedit ocağı kuruldu. Ocak, Levent Çiftliği ile Selimiye kışlalarında genç askerin Avrupa usulünde eğitim görmesiyle gelişmeye başladı. Sekban-ı Cedit’in kuruluşuna paralel olarak Yeniçeri Ocağı’nda da düzenlemelere gidildi. Yeniçeri Ocağı’nın düzenlenmesine temel olarak Kanunî Sultan Süleyman kanunnameleri kabul edildi. Buna göre fiilen askerlik yapmayan rençper ve esnaf gibi kimselerin ellerindeki yeniçerilik kağıtları alınacaktı. Askerlik yapana verilen bu esameleri, zamanla, askerlik yerine esnaflık yapan ocaklılar tahvil senedi gibi herkese satmaya başlamışlardı. Ölen yeniçerilerin cüzdanları iade edilmediği için, binlercesi çeşitli kimselerin elindeydi. Bunlar, yeniçeri hayatta gibi maaş alıyorlardı.
Islahattan memnun olmayanlar, hükümete karşı gizliden gizliye çalışmaya başladılar. Sekban-ı Cedid’in kurulmasından bir ay, Alemdar’ın iş başına gelmesinden 3,5 ay sonra, 14 Kasım 1808 gecesi yeniçeri isyanı patlak verdi. Bâb-ı âli’ye hücum eden asilere karşı sekbanlar dağınık ve komutansız kaldıkları için sadrazama yardım edemediler. Tersanede ve Üsküdar kışlasında toplu kuvvetler olduğu halde padişahın etrafındaki paşalar Bâb-ı âli yangınını uzaktan seyrettiler. Sadrazamı kurtarmaya gitmediler. Bu hareketleri birçok tarihçi tarafından II. Mahmut’tan yerlerinden kıpırdamamak için emir almış olabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır ve hatta yeniçeri isyanının Sultan Mahmut'un desteği ile gerçekleştiğine dair yorumlar bile yapılmıştır. Sultan Mahmud, Sened-i İttifak nedeniyle ve Alemdar'ın başına buyruk yönetiminden ötürü ondan çekiniyordu ancak Alemdar'ın konağı kuşatıldığında Sultan Mahmut'un elinde Topkapı Sarayı'nı bile savunmaya yetecek sayıda kuvvet bulunmuyordu. Alemdar'ın direnişi sekiz-dokuz saat kadar sürdükten sonra yeniçeriler, sadrazamın içinde bulunduğu mahzenin kubbesini delmeye başladıklarından Alemdar hemen, yakınında bulunan cephaneliği ateşledi. Patlayan cephanelik 300 kadar yeniçeriyi havaya uçurdu. Bu arada kendisi de hayatını kaybetti. Yeniçeriler, Alemdar’ı öldürdükten sonra Topkapı Sarayına hücum ettiler ve II. Mahmut’u istemediklerini, IV. Mustafa’yı tahta çıkarmaya karar verdiklerini ilan ettiler. II. Mahmut ağabeyini öldürmekte tereddüt ediyordu. Ancak eski padişahın asilerle işbirliği ettiği kesin şekilde anlaşılmıştı. Sultan Mahmut ayaklanmacıların yeniden tahta çıkarmak istediği Mustafa’nın durumu hakkında görüş isteyince, Şeyhülislam Salihefendizade Esad Efendi, Paşalarla bazı ulema Mustafa’nın idamının uygun olacağı kararına vardılar. Şeyhülislam hemen fetva verdi. Sultan Mahmut biraz tereddüt ettikten sonra, kararın ve fetvanın gereğinin yapılmasını buyurdu. Bunun üzerine 14/15 Kasım gecesi Sultan Mustafa’yı boğdular. Artık Osmanlı hanedanından Sultan Mahmut dışında başka erkek kalmamıştı. Asiler, IV. Mustafa’nın öldürüldüğünü öğrenince Sultan Mahmut’a emniyetleri kalmadığını söylemeye başladılar. Padişahtan başka hanedanın hiçbir erkek üyesi bulunmamasına rağmen, saraya hücum ettiler ve Padişahı öldüreceklerdi. İsyancılara hanedandan kimsenin kalmadığı ve Sultan Mahmut’a itaat etmeleri bildirildiğinde o güne kadar işitilmedik uğultular yükseldi. “Padişah bir insan değil midir? Kim olursa olur. Esma Sultan olsun, Konyada’ki şeyh padişah olsun…. Kırım Tatar hanzadelerinden padişah olsun.” Yeniçeriler için artık hanedanın hiçbir kutsallığı kalmamıştı.
İki taraftan yüzlerce kişi ölmesine rağmen, asiler sarayı ele geçiremediler. Sarayda yiyecek kalmadığı gibi ayaklanmacıların su yollarını kesmesi nedeniyle su sıkıntısı da baş göstermişti. Bu durum da göz önüne alınarak savunmadan vazgeçilip yeniçerilerin püskürtülmesi kararı alındı. Sekban-ı Cedid ocağı ağası Süleyman Ağa buyruğundaki dört bin asker dört topla saraydan çıkıp saldırıya geçti. Bu ani hareketin yarattığı şaşkınlıkla ayaklanmacılar püskürtüldü. Sultan Mahmut, Unkapanı önünde demirli savaş gemilerine ayaklanmacıların karargahı olan Paşa Kapısı’nın topa tutulması buyruğunu verip de top atışı başlayınca, yeniçeri ocağı ağaları padişahı alt edemeyeceklerini anlayıp ulemayı Sultan Mahmut’a gönderip atışlara son verilmesini isteme kararı aldılar. Toplananları dağıtacaklarını bildiriyorlardı. Atışlar sırasında bazı evler de isabet aldığından halk ta telaşa kapılmıştı. Sultan Mahmut, bundan böyle benzeri olaylar çıkarmamaları şartıyla yeniçerileri affettiğini bildirdi. İş bitti sanılırken, ertesi günü 17 Kasım sabahı yeniçeri ileri gelenlerinden, Kandıralı diye tanınan birisi isyan bayrağını kaldırarak, Sultan’ın kendini öldürtmesi korkusundan dolayı saklananları bir araya topladı. Sultan Mahmut bu duruma bir son vermek için yeniçeri önderlerine ulema aracılığıyla isteklerini sordu. İstekleri Sekban-ı Cedit ocağının kaldırılması, Rusçuk yaranının iktidardan uzaklaştırılmasıydı. Padişah bu isteği yerine getirerek Sekban ocağının kaldırıldığını bildirdi. Ortaya çıkan Rus tehlikesine karşı ordunun bütünlük içinde olması için bu kararı vermek zorundaydı. II. Mahmut 18 Kasım 1808’de Sekban-ı Cedit’i ilga edince ihtilalciler, zaten ortada tahta çıkaracak şehzade kalmadığı için, II. Mahmut’un padişahlığına razı oldular. Sultan II. Mahmud'un ilk askeri reform girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Osmanlı-Rus savaşının sona ermesi ve Bükreş Anlaşması
Sultan III. Selim'in saltanatı döneminde Osmanlıların Rus yanlısı Eflak ve Boğdan voyvodalarını görevden alması üzerine Ruslar, 1806 yılının Kasım ayında savaş ilan etmeden Eflak ve Boğdan'a girmişti. Sultan III. Selim 22 Aralık 1806 tarihinde boğazları kapatarak Rusya'ya savaş ilan etmişti. Çarpışmalar sürerken İstanbul büyük bir siyasi kargaşa içinde idi. 29 Mayıs 1807 tarihinde Kabakçı Mustafa isyanı sonucu III. Selim Osmanlı tahtından indirilmiş ve yerine IV. Mustafa tahta geçmişti. 28 Temmuz 1808 yılında i taht tekrar el değiştirmiş IV. Mustafa'nın yerine II. Mahmut tahta geçmişti. Bu arada Fransız ve Rus orduları Friedland'da büyük bir meydan muharebesine tutuşmuşlardı. Savaşı Fransa'nın kazanmasından sonra Napolyon ile Çar Aleksandr Tilsit Antlaşması'nı imzalamışlardı. Bu anlaşmanın Osmanlı İmparatorluğu'nu ilgilendiren maddeleri vardı. Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'nun yanında olmakta vazgeçecek Rusya ile barış yapmasını sağlayacaktı. Osmanlı İmparatorluğu, Eflak ve Boğdan'ı Rusya'ya bırakmaya ikna edilecek Fransa, bunu başaramaz ise Eflak ve Boğdan'ın kuvvet kullanarak ele geçirilmesi konusunda Rusya'ya yardım edecekti. Osmanlı İmparatorluğu bir oldu bitti karşısında Rusya ile 25 Ağustos 1807'de 7 ay sürecek bir ateşkes anlaşması yapmıştı. Anlaşmaya göre Rusya 35 gün içerisinde askerlerine Eflak ve Boğdan'dan çekecekti. Ancak bu yükümlülüğü yerine getirmediler. Napolyon ile Çar Aleksandr 12 Ekim 1808'de Erfurt'ta Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması ile ilgi görüştüler ancak uzlaşmaya varamadılar. Çarın İstanbul'u istemesi üzerine, Napolyon'un Mısır, Suriye ve adaları kazanmasının Rusların elde edeceklerine kıyasla hiçbir önem taşımamasını düşünmesi üzerine Erfurt Anlaşması'nı onaylamadı.
Bu arada Rusya, Osmanlı İmparatorluğuna Eflak ve Boğdan ile ilgili isteklerini kabul ettirmek için 28 Mart 1809 yılında Tuna cephesinden harekete geçti. Sultan II. Mahmud Davutpaşaya giderek Rus seferi için asker toplanmasını emretti. Yusuf Ziya Paşa'yı Serdar-ı Ekrem olarak görevlendirdi. Yeniçeriler ve milisler küçük gruplar halinde Davutpaşa Kışlasına sevk edilerek 30 bin kişilik bir ordu oluşturuldu. Bunlar Yusuf Ziya Paşa'nın komutasında sefere gönderildi. Rusya 1809'dan 1812'ye kadar Osmanlı İmparatorluğu'na saldırdı. Ordusu kuşatılan Osmanlı Devleti ile 1812 yılında tekrar Fransız tehdidiyle karşı karşıya kalan Rusya 1812 yılında barıştan yana bir tutum benimsediler ve barış müzakereleri başladı.
28 Eylül 1812 tarihinde imzalanan Bükreş Antlaşması ile Rusya, Eflak ve Boğdan'dan ile birlikte işgal ettiği topraklardan çekilecek, Besarabya bölgesi ise Ruslar'da kalacaktı. Osmanlı Devleti, Eflak ve Boğdan'dan 2 yıl vergi almayacak, isyan halindeki Sırplar için genel af ilan edilecek ve Sırplar ele geçirdikleri kaleleri geri vereceklerdi. Bununla birlikte Sırplara iç işlerini kendileri idare etme ve vergilerini kendileri toplamaları hakkında bir takım imtiyazlar verilecekti. Tuna nehrinde hem Osmanlı hem de Rus gemileri serbestçe dolaşabilecek, Prut ve Tuna nehirlerinin sol sahilleri iki ülke arasında sınır kabul edilecekti.[2] Bükreş Anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu için büyük toprak kayıplarına yol açmasa da anlaşmanın Sırplar ile ilgili olan maddesi hem Sırpların hem de Balkanlardaki diğer milletlerin bağımsızlık davasına düşmelerini teşvik açısından büyük tehlike taşımaktaydı.
Laz Ahmet Paşa’nın cephedeki başarısızlığı üzerine Sultan Mahmud, onu sadrazamlıktan alarak yerine Sırp isyanı esnasında önemli başarılara imza atan Hurşit Ahmet Paşa'yı getirdi. Fransız-Rus savaşı başlamak üzereyken böyle bir barış yapmanın hatalı olduğunu düşünenler olsa da Sultan Mahmud atası Sultan Süleyman'ınkine benzer bir üslupla kaleme aldığı Bükreş Anlaşması metninde şu şekilde gövde gösterisi yaparak hâlâ kudretinden bir şey kaybetmediğini göstermek istiyordu;
Ayanlarla mücadele
Sultan II. Mahmud, Bükreş Anlaşmasının getirdiği barış ortamını fırsat bilerek tahta geçer geçmez imzalamak zorunda kaldığı Sened-i İttifak’ı, devlete başkaldıran ayanları ortadan kaldırmak için bir delil kabul etti. Alemdar’ın öldürülmesinden sonra Rumeli’de ve Anadolu’da ayanlar, başkenti hiçe sayarak hareketlerine devam ettiler. Sultan Mahmud Otoritesini imparatorluğun her tarafında geçirmek için bu ayanlara karşı esaslı bir harekete geçti. Bu doğrultuda yapılan çalışmalarla Bulgar Tuna boylarında ayanların rejimi sona erdi. Silistre Valisi Pehlivanoğlu İstanbul'a çağrıldı. Aynı şekilde Goşancalı [Halil Ağa] ve her yere korku salan Gavur Hasan da tarihten silindiler. Yılıkoğlu, 1812 yılı sonunda Boğdan'da tutuklandı. 1816 yılında ayaklanan Razgradlı Hasan Ağa, uzun süre tutunamadı. Şumnu Valisi tarafından takip edilerek öldürüldü. Kırcali eşkiyalarının kalıntıları olan ve köylerde her yeri yakıp yıkan siyah başlıklı delibaşlar da tarih sahnesinden silindiler.
Sultan Mahmud, Anadolu'da ise İstanbul'a karşı itaatkar görünen Bozok mutasarrafı Çapanoğlu Süleyman Bey'i, diğer ayanlara karşı yaptığı gibi ortadan kaldırmayı düşünmedi. Onun nüfuzunu kıracak bir takım tedbirler almakla yetindi ve yaşı oldukça ilerlemiş bulunan Süleyman Bey'in ölümünü beklemeyi tercih etti. Çapanoğlu Süleyman Bey 1813 yılında öldü. Sultan II. Mahmud, Bozok Sancağını Çapanoğullarını mensup bir kimseye vermedi. Karaosmanoğlu Hüseyin Ağa ise 1815'te görevinden azledildikten sonra 1816'daki ölümünü takiben aileye bir süre Saruhan mutasarraflığı verilmedi.
Bunların dışında Bilecik Ayanı Ali Ağa, Divriğili Veliyeddin Paşa, Adanalı Hasanpaşazade Mehmet Bey, Doğu Karadeniz'de türeyen eşkıya ve daha niceleri, eyalet paşaları görevlendirerek ya da bir birlerine düşürülerek kökleri kazındı. Ayanlardan bir kısmı öldürüldü. Bazıları da sürüldü. Bütün bu ayaklanmalara ve iç harplere rağmen Rumeli’de ve Anadolu’da devlet otoritesini kurmak mümkün oldu.
Sırp İsyanının bastırılması
Bükreş Anlaşması ile Ruslar, isyan halinde olan Sırpların affedilmelerini ve bir derece de olsa kendi iç işlerinde serbestlik kazanmalarını sağlamayı başarmıştı fakat Sırplar, biz Ruslar ile yapılan anlaşmayı tanımayız diyerekten isyana devam edince 1813 Mayısının sonlarında II. Mahmud Sırpların zorla itaat altına alınmalarına dair fermanı ilan etti. Fermana göre Rusya ile yapılan anlaşma gereği affedildikleri ancak raiyyet hukukuna muayir tekliflerde bulunarak isyanda ısrar ettikleri, bu halde üzerlerine varıp tenkil edilmeleri isteniyordu. Hemen Sırpların yola getirilmesi için sadrazam Hurşit Ahmet Paşa tertip ettiği 80 bin kişilik ordusuyla Niş’ten yürüyüşe geçerek Sırbistan üzerine yürüdü. 30 Ekim 1813’te Hurşit Ahmet Paşa Belgrad’a girdi. Sırpların eline geçen kaleler ve şehirlerin geri alınmasıyla isyan sona erdi. İsyanın lideri Kara Yorgi Avusturya’ya kaçmak zorunda kaldı.
Sırplar, 1815 Viyana Kongresi'ne bir heyet göndererek Avrupa'nın lehlerine müdahalesini istediler. Fakat kongre Avusturya Başbakanı Metternich'in tesiri altında idi ve o da bağımsız ya da özerk bir Sırbistan'a karşıydı. Sırplar Temmuz 1815'te Belgrad'taki Osmanlı valisi Süleyman Paşa'nın sert politikalarını protesto amaçlı ikinci bir ayaklanma başlattılar. Başknez ilan edilen Miloş Obrenoviç'in liderliği altında gerçekleşen bu isyan ilkinden farklıydı, Avrupa’nın temel gündemi Napolyon meselesiydi. Avrupalı devletlerin yardımı olmadan başarılı olamayacağını anlayan Miloş, Hurşit Ahmet Paşa’ya haber göndererek bu hareketlerinin kesinlikle sultan ve onun otoritesine karşı olmadığını, sadece Süleyman Paşa’nın zulmüne bir tepki olarak geliştiğini, Süleyman Paşa yerine adaletli başka bir yöneticinin tayin edilmesi durumunda isyandan vazgeçeceklerini bildirdi. Osmanlı ordusu Sırbistan'a girdiyse de çatışma yaşanmadı. Belgrad ve Semendire, Osmanlı güçlerine teslim edildi. Bunun üzerine dört Knezle Hurşit Ahmet Paşa’nın huzuruna getirilen Miloş, Osmanlı ordusunun Sırbistan'dan çekilmesi karşılığında vergileri düzenli olarak ödeme ve silahları bırakmayı kabul ettiğini söyledi. Hurşit Ahmet Paşa sancağın padişahın mülkü olduğunu, dilediği gibi tasarruf hakkına sahip olduğunu ve reayanın elinde silah bulunmasının raiyyet hukukuna aykırı olduğunu ve son olarak padişahın sözünden çıkıp da reayaya zulüm yapanların mutlaka cezalandırılacakları söyledi. Miloş Obrenoviç o sırada Sırbistan'a geri dönen ilk isyanın lideri Kara Yorgi'yi kendisine rakip olmasını önlemek için 12 Kasım 1816'da öldürttü. Daha sonra Kara Yorgi’nin kesik başını İstanbul'a gönderdi. Sultan II. Mahmud, bu durumdan çok memnun kaldı ve Miloş’a 15 bin kuruş atiye verilmesini emretti. Yıllarca devleti uğraştıran Kara Yorgi Sırplar arasında tekrar huzursuzluk çıkarmadan ortadan kaldırılmış oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu dönemde Sırp isyanını bastırmış olmasına rağmen Sırpların vergilerini toplamak başta olmak üzere okul ve kiliselerinde bir takım imtiyazlar elde etmeler, ileride kurulacak olan özerk Sırbistan Prensliği için ilk adım olmuş diğer balkan halkları için de Osmanlı açısından olumlu bir örnek teşkil etmemiştir.
Mekke ve Medine'nin Vehhabilerden kurtarılması
Vehhabiler 1790'dan itibaren Arabistan'ı ve civarını tehdit etmeye başlamışlardı. Mekke ve Medine'yi ele geçirdiklerinden dolayı Hac'da yapılamıyordu. Bu mühim mesele, iç ve dış bazı sorunlar sebebiyle 1811'e kader bertaraf edilememişti. 1811'de Vahhabilere karşı başlatılan seferin sorumluluğu Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya verildi. Mehmet Ali Paşa'nın oğlu Tosun Paşa, 1813'de Vehhabi isyanını bastırmak için babası Mehmed Ali Paşa tarafından bir ordu ile Hicaz'a gönderildi. Tosun Paşa'nın emri altında Fransızların yetiştirdiği muazzam bir piyade ordusu bulunuyordu. Tosun Paşa önce Cidde'ye girdi. Sevk ettiği kuvvetlerle Mekke'yi ve Medine'yi Vahhabiler'den geri aldı. Kavalalı Tosun Paşa Medine kalesinin anahtarını Mısır’a babasına gönderdi Mehmet Ali Paşa da bu anahtarı İstanbul’a gönderdi. Vahhabilerin yenilmesi ve Medine’nin kurtarılması haberi İstanbul’a ulaşınca anahtarın karşılanması için büyük bir alay tertip edildi. Şeyhülislam, Sadaret Kaymakamı, Kaptan-ı Derya, Kazaskerler ve devlet büyükleri Eyüp Sultan’a gidip anahtarı karşıladılar. Anahtarı Harem Ağası aldı ve hürmetle saraya getirerek Sultan II. Mahmut’a teslim etti. Vehhabiler'den temizlediği Hicaz'ı yeniden güvenli bir hale getiren Tosun Paşa'nın bu başarısı İstanbul'da büyük bir sevinç yarattı. Tosun Paşa 1816'da bir salgın hastalığa yakalanarak yaşamını yitirince Hicaz'daki kuvvetlerin komutanlığına Mehmet Ali Paşa'nın diğer oğlu İbrahim Paşa getirildi. İbrahim Paşa, 1818'de Suudilerin başkenti Riyad'ın bir dış mahallesi olan Deriyye'yi aldı. Yakalanan Suuudi Emiri Abdullah bin Suud İstanbul'a gönderilerek idam edildi. İbrahim Paşa ödül olarak Hicaz'a vali atandı.
İran'la Savaş ve Erzurum Antlaşması
1813 yılındaki Gülistan Antlaşması ile Kuzey Azerbaycan ve Kafkaslar'da Ruslara büyük ölçüde toprak kaptıran İran'daki Kaçar Hanedanı, bu toprak kayıplarını Osmanlılar'dan toprak alarak telafi etmek istediği için, Avrupalıların da kışkırtmalarıyla Bağdat ve Şehrizor bölgelerine saldırılar düzenledi. Sınır olaylarının ve saldırıların yoğunlaşması üzerine II. Mahmud, İran'a savaş ilan etmek zorunda kaldı (1820).
İran orduları, Doğu Anadolu'daki aşiretlerin de yardımıyla Doğu Beyazıt ve Bitlis'i aldılar. Erzurum ve Diyarbakır'a doğru iki koldan ilerlediler. Savaş Osmanlılar'ın aleyhine devam ederken İran Ordusunda büyük bir kolera salgını çıktı. İran Ordusu'nun ağır kayıplar vermesi üzerine Kaçar hükümdarıFeth Ali Şah barış istedi ve Erzurum Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmayla İran ele geçirdiği yerleri geri vererek eski sınırlarına çekilmeyi kabul etti.
Tepedelenli Ali Paşa İsyanı
Yunan milliyetçilerinin kurduğu gizli cemiyetler içerisinde en etkilisi, 1814 yılında Rusya’nın Odessa kentinde kurulan Filiki Eterya (Dostlar Cemiyeti) idi. Amaçları, Mora’da bağımsız bir devlet kurmak ve Balkanlardaki diğer ulusları da bağımsız kılmaktı. Onursal başkanının Çar I. Aleksandr olduğu bu cemiyet 1814’den isyanın Eflak-Boğdan’da başladığı 1821 yılına kadar, Kleftler, Rum köylüsü, tüccarı, gemicileri, din adamları ve aydınları arasında kuvvetli bir bağımsızlık hareketi meydana getirmiş bulunuyordu. Özellikle Mora’daki Osmanlı yönetici eliti “Türkokratia” ‘ya karşı ciddi bir direniş başlamıştı. Rumların tek çekindikleri Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa idi. Bu durum Tepedelenli'nin bölgedeki nüfusundan çekinen Rumları harekete geçirmiş ve Tepedelenli Ali Paşa aleyhinde yalan ve iftira kampanyası başlatılmıştı. Bu kampanyayı yürütenlerin başında II. Mahmud’un baş danışmanı Rikâb-ı Hümâyûn Kethüdâsı Hâlet Efendi bulunmaktaydı. Yetişip şöhret bulmasında Fenerli Rumların çok yardımı olan Halet Efendi'nin davranışları Eterya'nın teşebbüslerini kolaylaştırdı. O dönemde Eflak ve Boğdan voyvodaları Fenerli Rumlar'dan atanmaktaydı. Halet Efendi'nin Fenerli Rumlara yakınlığı vefa borcundan değil voyvodalardan dilediğini mevkie geçirip sızdırdığı paraları da yeniçerilere dağıtarak kendi mevkiini sağlamlaştırmaktı. Halet Efendi de kendisi ile iyi ilişkiler kurmayan ve Rumlara karşı bölgedeki nüfusundan çekindiği Tepedelenli Ali Paşa ile uğraşıp onu gözden düşürüp asi yapmak için elinden geleni yaptı. Tepedelenli Ali Paşa'nın, iftiralar sonucunda görevden alınması üzerine başlattığı isyan, 1820-1822 yılları arasında sürmüş, devlet ile vali arasında meydana gelen bu çatışma en çok Rumların işine yaramış, bölgede asayiş ortadan kalkmış, büyük bir istikrarsızlık ve kargaşa ortamı belirmiş, bu durumdan istifade eden Rum çeteleri ilk şiddet hareketlerine başlamışlardı. Tepedelenli Ali Paşa'nın 24 Ocak 1822'de idam edilmesi bölgede büyük bir otorite boşluğu doğurdu ve bu durum Rum çetelerinin işini kolaylaştırdı. Tepedelenli'nin kesik başı bozulmasın diye bal dolu deri bir çuvala konularak zaferin nişanesi olarak İstanbul'a yollandı. Topkapı Sarayı'nda ibret taşı denen yerde günlerce teşhir edildi. Yerli ve yabancı birçok kişi göz dağı vermek maksadıyla teşhir edilen Tepedelenli'nin başını görmeye gelirken Mora'da isyan içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
Yunan İsyanı
Yunan İhtilâli, Filiki Eterya Cemiyeti lideri Aleksadros İpsilantis’in 6 Mart 1821 günü, üç bin kişilik kuvvetleriyle Yaş şehrine girerek isyanı başlatması ile patlak vermişti. Sultan II. Mahmut Boğdan'daki isyanı haber alına bütün Rumların kılıçtan geçirilmesini emredecek kadar sinirlendi. Bağımsız Yunan devleti kurma amacını güden ve Avrupa devletlerinden destek uman Fenerlilerden pek çoğu ayaklanmaya katılmak için kentten kaçtı. Divan-ı Hümayun tercümanı Yanko Kalimahi istifa etti. Fener'de ve elçilik çevresinde önlemler alındı. Patriğe, ayaklanmacılara destek veren Ortodoksları aforoz etmesi bildirilirken Fenerli beyzadelerden ve ileri gelen Rumlardan ayaklanmaya destek verenler asıldı. İstanbul'da Patriğin, kendi ihanetini örtmek için Aforoznâmeyi kaleme aldığı görüşü ağır basmaktadır. Sultan II. Mahmud da durumdan Patriği sorumlu tutmuştur. O’na göre Patrik Ortodoks Rum Milleti’nin başı ve çobanıdır. Oysa şimdi, Rumlar büyük bir isyan içerisindedirler. Patrik Gregorios, Aleksandros İpsilanti'nin kendisine gönderdiği mektuplar yüzünden devlete ihanetle suçlandı. Kethüdasıyla birlikte 23 Nisan 1821'de büyük Paskalya'nın Pazar günü Patrikhane Kilisesi'nin Petro kapısında asıldı. Ölüsü halkın seyretmesi ve ibret alması için üç gün süreyle bekletildi. Daha sonra Yahudiler cesedini sürükleyerek denize attılar. Halk arasında sözde Rumlara karşı soykırıma başlandığı konuşuluyordu. Bazıserseriler ve külhanbeyleri, Hıristiyan mahallelerine saldırılarda bulunuldu. 26 Nisan günü Eğrikapı Kilisesi basılıp yağmalandı. Sultan II. Mahmud bu günlerde Benderli Ali Paşa'yı azletti ve 30 Nisan 1821'de Hacı Salih Paşa'yı sadrazam yaptı. 5 Mayıs 1821'de yeni bir ferman yayınlayarak kentte Yunan ayaklanmasının konuşulmasını, sokaklarda tabanca ve silahla dolaşılmasını yasakladı. Askeri kolluk yetkilileri tarafından silah aramaları ve toplatılması başladı. Darphane sarrafı Arfendoli Efendi, ayaklanmacılara el altından yardım ettiği gerekçesiyle 11 Mayıs günü tutuklanarak Ortaköy'deki yalısı mühürlendi. 7 Haziran'da alınan bir kararla aslen Moralı olan ve İstanbul'da bakkallık, yağcılık edenlerin kenti terk etmeleri duyuruldu. İstanbul'da asayiş sağlanmaya başlarken Mora'da durum kötüye gidiyordu. 1821 ilkbaharında Mora'da patlak veren Yunan ayaklanması[3] kısa sürede Orta Yunanistan ve Girit'e de sıçradı. Ayaklanmacılar önemli mevziler elde ettiler. Ele geçirilen yerlerde Türklere karşı kitlesel katliamlar yapıldı. Tripolis şehrinde 8.000 - 15.000 başka kaynaklara göre 30.000, Navarin'de de 3.000 Türk, kadın-çocuk ve erkek katledildi.
Sultan II. Mahmud ve Bâb-ı Âlî yüksek bürokrasisi Yunan İhtilâlini başlangıçta basit bir ayaklanma, isyan ve bir karışıklık olarak görmüşler ve olayı Rum Fesadı ya da Rum Fetreti bozgunculuğu olarak nitelendirmişlerdir. Ancak, sorunun giderek büyümesi ve Avrupalı devletlerin de müdahaleleri ile sonradan Mes’ele-i Yunaniyye ve Yunan İhtilâli olarak adlandırılmıştır. II. Mahmud'un Fenerli Rumlar ve İstanbul Rum Ortodoks Patriği hakkındaki düşüncelerinde de Yunan İhtilâlinden sonra radikal bir değişim olmuştur. Fenerli Rumlar ve Divân-ı Hümâyûn bürokrasisinde görev yapan Rum eliti ve tercümanları, ihanetle suçlanmışlardır. İhtilâle katılmamış ya da Filiki Eterya’ya üye olmamış olsalar bile öyle kabul edilmişlerdir. Bazıları ya görevlerinden alınmışlar veya durumu sabit görülenler idam edilmişlerdir. Bundan sonra bazı istisnalar dışında Osmanlı yönetici eliti arasında Rumlara yer verilmemiştir. Patrikhâne ve Fenerli Rumlar ile işbirliği yaptığına hükmedilen, II. Mahmud’un baş danışmanı Rikâb-ı Hümâyûn Kethüdâsı Hâlet Efendi de sorumlu tutularak idam edilenler arasında bulunmaktadır.
İsyancıların sağladığı ilerleme, 1822 yazında Osmanlı kuvvetlerinin karşı saldırısıyla durdu. Tesalya ve Makedonya Osmanlı denetimine girerken, Yunanlar arasında baş gösteren iç çekişmelerle başını Theodoros Kolokotronis ile Georgios Kunturiotis ve Aleksandros Mavrokordatos'un çektiği iki ayrı merkez ortaya çıktı. Bu çatışmaya karşın Osmanlı Devleti'ne karşı sürdürülen direniş, 1825 yılında isyanı bastırması neticesinde Girit ve Mora valilikleri vaatedilen Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 'nın oğlu İbrahim Paşa'nın komutasındaki ordunun Mora'ya çıkması ve Dramalı Mahmut Paşa komutasında Osmanlı askerlerinin kuzeyden gelerek Mora'ya yerleşmesiyle kontrol altına alındı. 23 Nisan 1826'da Misolongi, 5 Haziran 1827'de ise Atina geri alındı.
Yunan İsyanın bastırılması Avrupa'da büyük üzüntü yaratmıştı. Mehmet Ali Paşa'nın Doğu Akdeniz'deki nüfusundan çekinen İngiltere, Rus Çarı'nın işbirliği önerisini kabul etti. Mora ve Girit valiliklerinin Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın eline geçmesi İngiltere'nin işine gelmezdi. Zayıf bir YunanDevleti'nin kurulması İngiltere ve Rusya'nın çıkarlarına daha uygundu. İki devlet arasında 4 Nisan 1826'da St Petersburg Protokolü imzalandı. Bu anlaşmaya göre Yunanistan'ın statüsü şu şekilde olacaktı: Yunanstan, Osmanlı İmparatorluğu'na sadece vergi yönünden bağlı olacaktı. Özerk yönetimli olup yöneticileri Babıali'nin katılımıyla belirlenecekti. Sınırları içerisinde yaşayan Türk ve Müslümanlar ülkeden ayrılacaktı. Ardından Fransa'nın da protokole katılması ile 6 Temmuz 1827'de Londra Anlaşması imzalandı. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu, St Petersburg Protokolünü kabul etmez ise, imzacı üç devlet ayaklanan Yunanlılara yardım edecekleri gibi, Osmanlı hükümetini de yola getirmek için baskı uygulayacaktı. 16 Ağustos ve 31 Ağustos 1827'de üç devlet Yunan sorunu için Babıali'den belirledikleri esasların kabulünü istediler. Babıali bunları devletin iç işlerine müdahale sayarak reddetti. Sultan II. Mahmud'un bu isteği reddetmesi üzerine bu devletler donanmalarını Yunan kıyılarına gönderdiler. 20 Kasım 1827'de Mora'nın Navarin Limanı'na giren birleşik donanma, burada demirlemiş Osmanlı donanmasını, top ateşine tutarak yok etti. Navarin hadisesi Mora'da Osmanlı kuvvetlerini üstün durumdan yenilmiş duruma soktu. Osmanlı hükümeti ortada savaş durumu olmadığı halde donanmasını batıran üç devletten tazminat istedi. Ancak bu üç devletin İstanbul'daki elçileri olayın sorumluluğunu Türk kaptanlarına yüklemek için açıklamalarda bulundular. Açıklamaları kabul edilmeyince İstanbul'u terk ettiler. Böylece Osmanlı İmparatorluğu ile, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki siyasi ilişkiler kesilmiş oldu. Fransa ve İngiltere, Osmanlı ile savaş yapma niyetinde değildi. İki devlet Mora isyanının tasfiyesi için anlaştılar. İngiltere, İbrahim Paşa kuvvetlerini Mısıra götürmek için gemiler gönderdi. Fransa ise 30.000 kişilik bir kuvvet ile geçici olarak Mora'yı işgal etti. Babıali'nin seyirci kaldığı işgal hareketleri sonucu Fransızlar hiç bir karşı koyma ile karşılaşmadan Mora'daki Osmanlı egemenliğini sona erdirdiler. 1828 yılının kasım ayında Londra'da imzalanan protokol ile bölge geçici olarak İngiltere, Fransa ve Rusya'nın kefaleti altına alındı. Rusya ise İngiltere ve Fransa'nın da desteği ile bu devletlerin isteklerini kabul ettirmek için Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan etti.
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı
Sultan II. Mahmud'un Navarin'de Osmanlı donanmasının yakılması ile sonuçlanan olayları protesto etmek için Rusya'yla yapılmış olan Akkerman Antlaşmasını iptal etti ve Çanakkale Boğazı'nı Rus gemilerine kapadı. Bunun üzerine başlayan savaş Batı'da Balkanlar, Doğu'da ise Kafkaslar ve Doğu Anadolu olmak üzere iki cephede cereyan etmiştir. 1828 yılının Nisan ayında başlayan savaşın ilk yılında bazı kaleleri ele geçirmiş olmasına karşın, Çar I. Nikola beklediği sonuca ulaşamamaktan sıkıntılıydı. Ruslar 1829 harekatı ile Doğu'da Erzurum'u ele geçiren Ruslar, Bayburt ve Trabzon yönlerinde ilerlemişler Temmuz ayında ise Balkanları aşarak 22 Ağustos 1829'da eski Osmanlı başkentine girdiler.
Sultan Mahmud, Edirne'nin Ruslar eline geçtiği haberine önce inanmak istemedi. Fakat durum hakkında kesin bilgiler kendisine ulaştıktan sonra, imparatorluğun eski merkezinin Rusların eline geçmesinden dolayı son derece kederlendi. Sultan Mahmud, bu haber üzerine kendini tutamayarak ağlamış ve durumu kendisinden gizleyen devlet ricaline ağır sözler söylemiştir. Sultan Mahmud tüm bu olanlara rağmen Ruslarla savaşa devam edilmesini istiyor ve barışa yanaşmıyordu. Edirne'yi işgal eden Rus ordularının başkomutanı General Orlof, İstanbul'a gelerek Rami Kışlası'nda Sultan II. Mahmud ile görüştü. Kırklareli, Lüleburgaz, İpsala ve Enez'in düşmesine Rusların Trakya'ya yayılmalarına rağmen Sultan Mahmud'un, Sancak-ı Şerif ile birlikte Rami Kışlası'ndan ayrılmaması ve gösterdiği soğuk kanlılık halk ile birlikte İstanbul'daki elçiliklerin takdirine neden olmuştu. Rus askerleri de artık yorgundu ve geri dönüş yolları kesilebilir konumdaydı. Makedonya ve Arnavutluk'taki Osmanlı birlikleri Edirne'yi kurtarmak üzere yola çıksalar, Rus ordusu büyük bir yenilgiye uğrayabilirdi. Aynı günlerde İstanbul'da bir terör havası esiyordu. Sultan Mahmud'a mualif olan kesim vüzerayı öldürüp Sultan Mahmud'un küçük yaştaki oğlunu tahta çıkaracaklarını söylüyor Vakay-ı Hayriye'den sonra hayatta kalmayı başarabilmiş bir yeniçeri, Sultan Mahmud devri bitmiştir diyerek yeniçeri elbisesi giymiş bir vaziyette İstanbul surlarındaki kapılardan birinden şehre girmişti. Sultan Mahmut gayet sert tedbirlerle patlak vermesi beklenen bir ayaklanmayı bastırmıştı ve Rusların geri püskürtülebileceği konusunda hala ümitliydi. Ancak devlet ricaliyle birlikte İstanbul'daki elçiler şiddetle barış yapılması konusunda ısrar ediyorlardı. Haremeyn Müfettişi Keçecizâde İzzet Molla, "düşmana karşı yumuşak davranıp, vakti geldiğinde öcalmak için hazırlanmak icap ettiğini, söyleyerek, Rusya ile harbin mevsimsiz olduğunu öne sürmüş ve bu hususta kaleme aldığı meşhur lâyihasını Sultan Mahmud' a takdim etmişse de Sultan Mahmud Ruslarla anlaşmayı kabul etmemiş, üstelik, bu teklifinden dolayı İzzet Molla'yı Sivas'a sürmüştür. Kazandıkları zaferlere rağmen, arkalarının kesilmesinden korkan ve salgın yüzünden büyük kayıplara uğrayan Ruslar da, yeniden barış teşebbüsüne girişmişlerdi. Sonunda Prusya kralının sarfettiği büyük gayret ile gerçekleşen arabuluculuk ile Sultan Mahmud, şartlar ne kadar ağır olursa olsun barışı kabul etti.
Edirne antlaşması
15 Eylül 1829'da Edirne'de Rusların karargahında gerçekleşen görüşmenin ardından Edirne Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile Rusya, Rumeli ve Balkanlarda işgal ettiği tüm kale, şehir ve köylerden çekilecekti. Doğuda ise Anapa, Poti, Ahıska ve Ahikelek, Ruslarda kalacak Erzurum, Kars ve Doğu Bayezid Osmanlılara iade olunacaktı. Eflak ve Boğdan, Osmanlı İmparatorluğu'na tabi kalmakla birlikte buralardaki kaleler yıktırılacak Osmanlı askeri bu iki ülkeyi terk edecek, buralarda Müslümanlar oturamayacak ve özel izinle ticaret yapabileceklerdi. Savaş tazminatı tamamiyle ödeninceye kadar, Eflâk ve Boğdan Rus işgalinde kalacaktı. Osmanlı İmparatorluğu, Akdeniz ve Karadeniz'den geçen dolu ya da boş Rus ticaret bayrağı taşıyan gemilerle diğer devletlerin ticaret gemilerine boğazlardan giriş çıkışı serbest bırakacaktı. Rus halkından olanlar, Osmanlı ülkelerinde serbestçe ticaret yapabileceklerdir. Akkerman Antlaşması gereğince ön görülmüş olan Sırplara tanınan imtiyazlar uygulanacaktır. Sırbistan'daki kale muhafızlarından başka bütün Müslümanlar memleketten çıkarılıp ve bunlara ait mal ve mülkler yerlilere terkedilecekti. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya'ya, on taksitte ödenmek üzere, on bir buçuk milyon duka altını tazminat ödeyecektir. Anlaşmanın en önemli maddesi ise Yunanistan hakkındaki 6 Temmuz 1827 tarihli Londra anlaşmasının şartlarının kabul edilmesi idi. Osmanlı İmparatorluğu, 6 Temmuz 1827 tarihli Londra andlaşmasını ve 22 Mart 1829 tarihli protokolü kabul etmek suretiyle, Yunanistan'ın, Osmanlılara vergi verir müstakil bir devlet olmasını kabul etmiş oluyordu. Ayni zamanda, Yunanistan'a verilecek nizâm hakkında, İngiltere, Fransa ve Rusya ile müzakerelere girişmeyi de taahhüd etmişti. İşte bu taahhüd, Yunanistan'ın, Osmanlı İmparatorluğu topluluğundan ayrılarak tamamiyle bağımsız bir devlet olması neticesine varacak açık bir kapı idi. Hakikaten, Edirne antlaşmasını imzalamış olan Osmanlı devletinin bekasını şüpheli gören İngiltere'nin önayak olmasiyle İngiltere, Fransa ve Rusya, 22 Mart 1829 tarihli protokolden vazgeçerek, tamamiyle müstakil bir Yunan devleti kurulması için 3 Şubat 1830 da Londra'da yeni bir protokol imzalamışlardır.
3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan "Londra Protokolü" ile bağımsız Yunanistan Devleti'nin kurulduğu ilan edildi. Sultan II. Mahmud, 24 Nisan 1830'da Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmak suretiyle, ilk kez bağımsız bir devlet kurulmuş oluyordu. Yunanlıların hamisi olan İngiltere, Fransa ve Rusya Mayıs 1832'de Yunanistan'a son şeklini veren bir anlaşma yaptılar. Bununla, Yunanistan'ın kuzey sınırı olarak "Arta-Volo hattı" kabul edildi. Böylece, Yunanistan'a Attik ve Mora yarımadaları bırakılmış oldu. Ayrıca bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege'nin ikinci büyük adası Eğribos dahil olmak üzere yüzlerce ada Yunanistan'a bağlandı. Kurulan Yunan Krallığı'na da Bavyera Kralı Louis'in oğlu Otto seçildi. Bu arada 3 büyük devlet, Yunanistan adına Osmanlı İmparatorluğu ile İstanbul'da son antlaşmaları doğrultusunda görüşmelere başladılar ve 21 Temmuz 1832'de taraflar arasında bir protokol imzalandı. İstanbul Hükûmeti yeni Yunan sınırını ve statüsünü kabul etti. Yeni Yunan Devleti de topraklarındaki Türk mallarının bedeli olarak, Osmanlı İmparatorluğu'na belli bir tazminat ödemeyi yüklendi.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı
Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora’da büyük güçler karşısındaki kayıplarını tazmin için Sultan Mahmut’tan zengin insan ve doğa kaynakları olan Suriye eyaletinin valiliğini istedi. Sultan Mahmut ona bunun yerine Girit valiliğini verdi ama adada düzen sağlamanın kendisi için büyük mali yük getireceğinin farkında olduğundan Mehmet Ali Paşa bunu reddetti. 1831’de Suriye’ye karşı karadan ve denizden bir sefere girişti. Yeniden canlandırılan Mısır ordusuna komuta eden oğlu İbrahim Paşa, Akka, Şam, Hama, Humus'u alarak Toroslar'ı aştı. Anadolu'da yerel nüfustan heyecanlı bir karşılama gördü. Sultan Mahmut, böylesine açık bir isyana tahammül gösteremezdi. Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa asi ilan edilip üzerlerine Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasında bir ordu gönderildi.İki ordu Konya'da karşılaştığında Osmanlı ordusu yenildi ve sadrazam esir alındı.
Mehmet Ali Paşa’nın muhtemelen bu tarihte Osmanlıdan bağımsızlık ilan etmeye niyeti yoktu ancak hırsları onu vasallığın sınırlarını zorlayacak kadar ileri götürmüştü ama büyük olasılıkla imparatorluktan kopmayı düşünmüyordu. Sonuçta oda bir Osmanlı idi. Ama oğlu İbrahim Paşa duruma farklı bakıyordu. Mehmet Ali Paşa, Sultan Mahmut’tan af dilemek ve kazandığı toprakları elinde tutmayı talep etmek üzere bir mektup yazarken, İbrahim Paşa babasına kendi adına hutbe okutup, sikke kestirip bağımsızlık ilan etmesi için baskı yapıyordu. 1833 yılının Ocak ayında İbrahim Paşa, Bursa’ya bir adımlık mesafedeki Kütahya’ya varmıştı. Mısırlıların ilerlemesi İstanbul’un tedarik hatlarını kısmen kesmiş kentte açlık tehlikesi baş göstermişti. Ne İngiltere ne de Fransa’da kesin yardım vaadi alamayan Sultan Mahmut yardım için Çar Nikolay’a başvurmak zorunda kaldı. Sultan Mahmud, Osmanlı tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu olayı denize düşen yılana sarılır sözü ile açıkladı. Mehmet Ali Paşa’nın başarıları herkesten çok Rusya’da kuşku uyandırmıştı. Çünkü, Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’da yerleşmesi ve Osmanlı yönetimine el koyarak, Rusya dibinde zayıf Osmanlı İmparatorluğu yerine diri ve kuvvetli bir imparatorluk kurması demekti. Bu ise Rusya'nın 200 yıldır sürdürdüğü politikasının sonu demekti. Bu düşünceler nedeni ile Rusya Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğü prensibini kabul ettiği gibi bunun için derhal harekete geçti. Rus Çarı, generallerinden Muraviyef’i Rus görüşünü bildirmek üzere İstanbul’a ve Kahire’ye gönderdi. Çar, Sultan Mahmut’a yardım, Mehmet Ali Paşa’ya da derhal muharebeyi durdurmasını teklif ediyordu.
Sultan Mahmut, Fransa’nın Mehmet Ali Paşa’ya sempati beslediği, İngiltere’nin ise tereddütlü anlar yaşadığı bir durumda, Çarın yardım teklifini sevinçle kabul etti. Hatta, Çar, yardımın yalnız Karadeniz filosu tarafından yapılmasını ileri sürmüşken Sultan Mahmut, Tuna sahillerindeki kuvvetlerden 30 bin kişilik bir birliğin İstanbul’u koruması için gönderilmesini de istedi. Rusya bunu memnuniyetle kabul etti. Şubat 1833’te Visamiral Lazarev komutasındaki 9 harp gemisinden oluşan bir Rus filosu İstanbul boğazına girerek Büyükdere önlerinde demirledi. Bu olay Fransa ve İngiltere'yi o vakte kadar içlerine gömüldükleri uyuşukluktan uyandırdı. Fransa elçisi Rus donanmasının İstanbul'dan uzaklaşmasının Sultan Mahmut ile Mehmet Ali Paşanın anlaşmalarına bağlı olduğuna inanıyordu. Bunun üzerine Sultan Mahmut’un onaması ile Mehmet Ali’ye Kudüs, Akka, Trablusşam ve Nablus sancaklarını kabul ettirerek padişahla barış yapmasını teklif etti. Teklifi kabul etmediği takdirde Fransa'nın da kendisine silahla karşılık vereceğini belirtti. Mehmet Ali Paşa teklifi kabul etmemekle birlikte Beriyettüşşam ve Adana sancağının da kendisine bırakılması için Sultan Mahmut’a ültimatom verdi. Bu ültimatoma müspet cevap verilmediği takdirde İbrahim Paşa’yı Üsküdar üzerine yürümekle görevlendiriyordu. Bu sıralar Mehmet Ali Paşa’nın entrikaları ile Anadolu’da padişaha karşı yer yer isyanlar çıkmış bulunuyordu. Kastamonu’da Tahmiscioğlu, İzmir’de Mehmet ağa isminde biri padişahın memurlarını atarak, Mehmet Ali Paşa’nın idaresini kurmaya yeltendiler.
Sultan Mahmut bu durum karşısında başkentin güvenliğini bile tehlikede görüyordu. Ulemanın ve halkın homurdanmalarına 15.000 kişilik bir Rus kuvveti 5 Nisan 1833’te Boğaziçinin Anadolu yakasına çıktı. Bu olay Fransız ve İngiliz elçilerine dehşet saldı. Rusların İstanbul’dan uzaklaşmaları Mehmet Ali’nin Anadolu'yu boşaltması ile mümkündü. Elçiler Sultan Mahmut’u Mehmet Ali ile anlaşma yapması için zorlamaya başladı. Sultan Mahmut yeni barış teşebbüslerinde bulunmayı kabul etti. Amedci Reşit Bey, Fransız elçisi Varenne ile İbrahim Paşa’nın ordugahına barış tekliflerini götürdü. Uzun boylu tartışmalar neticesinde nihayet Mehmet Ali Paşa ile Sultan Mahmut arasında 14 Mayıs 1833’te Kütahya Barış Anlaşması imzalandı. Bu barışa göre Mehmet Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak, Şam, İbrahim Paşa’ya ise Cidde veliliğine ek olarak Adana valiliği verildi. Bundan başka Anadoluda Mehmet Ali tarafını tutmuş olanlar için de genel af ilan edildi. Kütahya barışından sonra İbrahim Paşa kuvvetleri Anadoluyu boşalttı.
Hünkar İskelesi Anlaşması ve Boğazlar sorunu
İngiltere ve Fransa, Mehmet Ali ile padişahın arasını bulayım derken daha çok Mehmet Ali çıkarlarını kollayan bir barış ortaya çıkmıştı. Rusya ise Mısır isyanının ilk gününden beri dostluk göstermişti. Yakınlığı sebebi ile Rusya en kısa zamanda yardım için donanma ve asker gönderebilirdi. Sultan Mahmut bu durumu Rus elçisine açtı. Rusya ile saldırmazlık ve savunma ittifakı için Çara müracatta bulundu. Çar ittifak düşüncesine ortak çıktı. 8 Temmuz 1833’te ise Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Hünkar İskelesi anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti boğazlara hiçbir yabancı harp gemisinin girmesine izin vermeyecek Rusya ile batılı devletler arasında bir savaş olursa Osmanlı boğazları Rusya ile harp halinde olan devlete kapayacaktı. Buna karşılık Rus gemileri boğazlardan her iki istikamette gidip gelebileceklerdi.
Anlaşmanın imzalandığını öğrenir öğrenmez Paris ve Londra'da kıyametler koptu. Fransa ve İngiltere Akdenizdeki filolarını çoğalttılar. Bir İngiliz filosu İzmir önlerinde görüldü. Bir ara boğazların zorlanması ve Karadenizdeki Rus filosunun batırılması bile düşünüldü. Fakat daha sonra Avusturya ve Prusya’nında Rusyadan yana tavır almaları üzerine Hünkar İskelesi Anlaşamsının yürürlüğe girmemesini temin etmek için yeni bir müdahale durumu olmaması adına Kahire ve İstanbul’a tavsiyelerde bulunmaya başladılar. Rusya, Batı ile savaşa girdiği anda, Osmanlıların, boğazları Batılılara kapatacağı hususu, Rusya'nın bu dönemde rekabet içinde olduğu Birleşik Krallık ve Fransa'ya karşı konması ile Boğazlar sorunu ortaya çıkmıştır.
Baltalimanı ticaret anlaşması ve Nizip Savaşı
Kütahya barışı ne Sultan Mahmut’u ne de Mehmet Ali Paşayı memnun etmişti. Sultan Mahmut çok şey kaybettiğini Mehmet Ali ise az kazandığını düşünüyordu. Sultan Mahmut için Mehmet Ali, vücudu er geç ortadan kaldırılması gereken bir asi idi. Bu yoldaki düşüncesi okadar geniştiki bir gün İstanbulun mukadderi ile kendisini ilgilendirmek isteyenlere “İmparatorluğun ve İstanbulun ne önemi var Mehmet Alinin başını getirecek olana İmparatorluğu da İstanbul’u da bağışlamaya hazırım” demesi meşhurdur. İlk anlaşmazlık Mısır’ın İstanbul’a göndereceği para yüzünden çıktı. Mehmet Ali 32.000 kese altın göndermek isteyince Sultan Mahmut vilayetlere göre bu paranın yetersiz olduğunu ileri sürdü fakat fazlasını elde edemedi. İbrahim Paşa, halifeliği İstanbul’dan Kahireye çekmeyi düşünüyordu. Çünkü kutsal şehirler Mekke ve Medine, Kavalalıların elinde idi. Mısır, Osmanlı İmparatorluğundan ayrıldığı vakit padişah kendini hutbede Hadim-ül Harameyn(Mekke ve Medinenin hizmetkarı) olarak gösteremeyecekti. Kaldıki Osmanlıların halifelik iddiası Mısırı ele geçirmelerinden sonra güçlenerek artmıştı.
İşte bu ortamda hem İngilizlerin yardımını sağlamak hem de Mehmet Ali’ye bir darbe vurmak üzere 16 Ağustos 1838’de İngilizler ile bir ticaret anlaşması imzalandı. Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın Boğaziçi’ndeki Baltalimanı’nda bulunan konağında paşa ile İngiliz elçisi Ponsonby arasında imzalanan anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu, kendi ihtiyaç duyduğu yerli hammaddelerin yabancı tüccarlar tarafından yurtdışına çıkarılmasını önleyen yed-i vahid (tekel) usulü kaldırılıyordu. Mısır’ın kapitalist gelişmesinde stratejik bir rol oynayan dış ticaret tekeli bu anlaşmaya dayanarak yıkılmıştır. Bu hükün, Mısır kalkınmasının can damarı olan mekanizmayı tahrip edip Mısır’ı çökertmek için konmuştu. Fakat, ülkenin başka bölgelerinde de geçerli olacaktı. Baltalimanı ticaret anlaşması ile İngiltere’ye çok daha önce verilmiş olan bazı imtiyazlar yeniden onaylanıp önemli ölçüde genişletilmiştir. İngiliz tüccarlar, iç ticarette en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyecekti. İngiliz gemileriyle gelen İngiliz malları için bir defa gümrük ödendikten sonra, mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. İngiliz ticaret gemileri boğazlardan serbestçe geçebilecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden diğerine aktarma yapabilecek ve transit ticaretten alınan vergi resmi kaldırılacaktı. Örnegin Selanik'ten İstanbul'a mal gönderen Müslüman yerli tüccar devlete transit gümrük vergisi ödediği halde İngiliz tüccar bu vergiden muaf olmuştur. İngiliz tüccarlar sadece İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü malı ülkenin her yerinde serbestçe alıp satabileceklerdi. Anlaşma 8 Ekim 1838'de Kraliçe Viktorya, bir ay sonra da Sultan II. Mahmut tarafından onaylandı. 1830’larda Avrupa’da gümrük duvarlarının yükselip birtakım mallara yasaklamalar getirilmesi sonucu İngilizler yeni pazarlar bulmak üzere Ortadoğu ve Uzakdoğu’ya yönelmişlerdi. İngilizler, Mısır’ın kalkınmasını sağlayan ticaretine darbe vurmak üzere hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda İngilizlerin serbest ticaret yapabilmeleri için yed-i vahid uslünün kaldırılmasında ısrar etmişlerdi. İngilizler’in Ortadoğu ticaretine ilgilerinin artması Sultan Mahmud’un İngiltere politikasına olan güvensizliğini de ortadan kaldırıyordu.
İngiltere ile yapılan Baltalimanı ticaret anlaşması ile İngilterenin siyasi desteği sağlanmıştı. Zaten Osmanlı ordusundaki reform çalışmaları ciddi anlamda devam etmekte ve yeniden düzenleme sağlanmakta idi. Mehmet Ali etrafında örülmekte olan çemberden kurtulmak ümidi ile elinde bulunan yerlerin babadan oğula geçmek üzere kalıtsal valiliğini istedi. Bunun dışında İstanbul’a göndermek zorunda olduğu vergiyi göndermemekle birlikte bağımsızlığını ilan etti. Sultan Mahmut, Mehmet Ali Paşa’ya karşı savaşa girişilmesi için 21 Nisan 1839’da emir verdi. İki ordu Fırat nehrinin ötesinde Nizip’te karşılaştı.
Osmanlı ordusunun başında orduyu modernelştirme çabaları içerisinde Avrupadan getirtilen Prusyalı 3 subay bulunuyordu. Bir Cuma günü Prusyalı subaylar, Osmanlı ordusu Mısır ordusunu yenecek bir durumda iken hemen muharebeye girilmesi için başkomutan Hafız Paşa’ya tavsiyede bulundular. Fakat orada bulunan ulema, Cuma günü harp yapılmasının şer’an caiz olmadığını ileri sürdüler. Ertesi gün Prusyalı subaylar bir gece baskını yapılmasını tavsiye ettiler. Ulema bu seferde ansızın gece haydut gibi baskın yapılmasının padişahın askerlerinin şanına yakışmayacağını ileri sürdüler. Bu esnada İbrahim Paşa ordusu Osmanlı ordusunu kuşatacak bir konum kazandı. 29 Haziran’da başlayan Mısır ordusu saldırısı sonucu Osmanlı ordusu 4 saat içinde perişan oldu. Harp meydanında binlerce ölü onbinlerce esir ve 160 parça top bırakıldı. Bir defa daha İbrahim Paşa kuvvetlerine Anadolu ve İstanbul kapıları açılmıştı. Sultan Mahmut 1 Temmuz 1839’da mağlubiyet haberinin İstanbul’a varmasından birkaç gün önce öldü.
Saltanatı döneminde gerçekleştirdiği reformlar
Vaka-yı Hayriye ve Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılması
Sultan Selim ve Alemdar Mustafa Paşa’nın, askerî reform karşıtları tarafından kurdukları ordularla birlikte yok edilmelerine Sultan Mahmut bizzat şahit olmuştu. Ancak modern bir ordu kurma fikrini hiçbir zaman aklından çıkarmamıştı. 1808 olaylarının ardından 18 yıl geçmişti. 25 Mayıs 1826’da “Eşkinci Ocağı” adında modern bir askerî ocağın teşkili resmen ilan edildi. Ulema talimin gerekliliğini açıklayarak durumu izah etmişlerse de yeniçeriler, eşkincilerin talime başladığı gün yeni ocağın teşkilinden rahatsız olduklarını İstanbul kahvehanelerinde açıkça söylemeye başladılar. Yapılan işin kafirleri taklit olduğunu ve Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesinin amaçlandığını söylüyorlardı. Eşkinci Ocağı aleyhinde yapılan propaganda çalışmaları etkisini gösterdi ve yeniçeriler, 14 Haziran 1826 akşamı kazanlarını Et Meydanı’na çıkararak isyan başlattılar. Sadrazam Mehmet Selim Paşa hadiseleri öğrenince tüm devlet ricalini Topkap ı Sarayı'na çağırdı. Ancak topçular, arabacılar ve süvari topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağa birkaç topla, tersane başçavuşu Yemenicioğlu Ahmet Ağa, kalyoncu askeri ile ve humbaracı ve lağamcı ocakları ağaları asilere katılmayıp saraya geldiler. Sadrazam Mehmet Selim Paşa, Beşiktaş Sarayında bulunan Sultan Mahmut’u durumdan haberdar etmesi için Hazine Kethüdası Mehmet Emin Ağa’yı gönderdi. Sultan Mahmut kılıcını kuşanıp tebdil kayığına binerek Beşiktaş Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na geldi. Sadrazam ve ulemayı huzuruna kabul ederek Öldürülmelerine şeriat hükmü var mıdır dedi. Ulema oy birliğiyle: “Bunların katilleri meşrudur cevabını verince Sultan Mahmut Hırka-i Şerif Odası’na girdi ve Sancak-ı Şerif’i çıkarıp Sadrzam ve Şeyhülislam’a verdi. Müslümanları Sancak-ı Şerif altına davet için her semtte tellallar çıkarıldı. Mahalle imamlarına İstanbul Kadısı haber yolladı. Her yönden din ve devlet için uğraşanlar sancak-ı şerif altına koşuyordu. Karargah Sultanahmet Camisiydi. Silahı olmayanlara silah dağıtıldı.
Yeniçeriler halkın sancağın altına doğru ilerlemelerini durdurmak istediyseler de bunu başaramadılar. Topçu yüzbaşılarından Kara Cehennem İbrahim Ağa’nın yerden çekilen iki topla tekbir sesleri arasında görünmesi yeniçeriler arasında ani bir şaşkınlık yarattı. Kışlalarının bulunduğu Et Meydanına çekildiler. Yeniçerilerin kışlaları çembere alınmıştı. Kara Cehennem Ağa meydan kapısına kadar ilerleyip yeniçerilere öğütler verip padişahtan özür dilemelerini istedi ancak onu dinlemediler. Kara Cehennem İbrahim Ağa top atışıyla büyük kapının bir kanadını kırdı kapının arkasında bulunun bazı yeniçeriler öldü. Kara Cehennem ile Tophane imamı önde askerler arkada kapıdan girdiler. Yeniçeriler tüfek atışı ile kendilerini koruyorlardı. Kara Cehennem topuğundan vurulmasına rağmen ilerliyordu. Yeniçeriler askerin hücumuna dayanamayıp dağıldı. Kimi meydanda tekke dedikleri yerlere, kimi kışlalarına girdi. Atılan toplarla yeniçerilerin bir kısmı ölmüş, geri kalanı perişan olmuştu. Sonunda kışlaları alev alıp yanmaya başlamıştı. Kaçanlar yakalanıp kılıçtan geçiriliyor içerde kalanlar ise yanarak can veriyordu. Kargaşadan yararlanıp kaçmayı başaranlardan 200 tanesi yakalanıp idam edildi. İstanbul’un her yerinde Yeniçeri avı başlamıştı. Ele geçirilenler Sultanahmet Camisi’ne gönderiliyor orada Sadrazam Mehmet Selim Paşa tarafından kısaca sorguya çekildikten sonra Hünkar Mahfili altındaki taş odada boğulup cesetleri Sultanahmet Meydanındaki 150 sene evvel Vakay-ı Vakvakiye denen olayda bir çok kişinin yeniçeriler tarafından asıldıkları çınarın altına sürüklenip bırakılıyorlardı. Bu tedip hareketine ertesi günde devam edildi. Etmeydanındaki Yeni Odalar kışlası yıkılıp yaklıldıktan sonra Şehzade Cami yakınındaki Eski Odalar da yıkıldı. Sultan Mahmut bu olaylar boyunca sırtından askeri üniformasını çıkarmamıştı. O gün altı bin yeniçeri öldürülmüş veya yakalanıp idam olunmuştu.
Sultan II. Mahmut, yeniçerilerin bozguna uğratılmasından sonra, devlet ileri gelenleri ile 16 Haziran 1826 tarihinde, Sultan Ahmet Camii’nde meşveret meclisini topladı. Genel eğilim bu ocağın yeniden ıslahı yönünde idi. Ancak reis-ül küttap Seyda Efendi’nin ocağın tekrar ıslahının sakıncaları ile ilgili yaptığı konuşmadan sonra diğerleri de onu tasdik ettiler. Yeniçeri isyanından bir gün sonra yani 16 Haziran’da kurulan bu Meclis-i Meşverette Yeniçeri Ocağı’nın ilgasına karar verildi. Bunun üzerine II. Mahmut tarafından ilan edilen ferman, Sultanahmet Camii’nde Vakanüvis Esad Efendi tarafından okundu. Daha sonra da her yere birer suret gönderildi. Eyaletlere gönderilen fermanda valiler yeniçeri birliklerine ait kazanları toplayacaklardı. Kazanlar askerin değil devletin malıydı. Yeniçerilerin tamamı ise hudut boylarındaki görevlerinden uzaklaştırılacak ve adları ağza alınmayacaktı. Bütün görevden alınanların yerine valilere bağlı birlikler getirildi. Fermanın dağıtımı için en hızlı biniciler olan Tatar atlıları görevlendirildi. Yeniçeriler ülkenin her yerinde fermanlı olmuştu, iki ay içinde meydana çıkartılıp idam edilen yeniçeriler yirmi bini aştı. Edirne, Vidin ve İzmit’te direnme ile karşılaşılsa da beklenen olmadı ve tüm vilayetlerdeki yeniçeri birlikleri dağıtıldı. Yaşlı yeniçeriler ancak dikkat çekmeden halkın arasına karışarak ölümden kurtulabildiler. Bir İngiliz Sultan Mahmut’un nezaretindeki işçilerin Pera’daki bir mezarlıkta mezar taşlarından yeniçeri başlıklarını koparıp attıklarını gözleriyle gördüğünü belirtmektedir. Yeniçeriler kışlalarından mezar taşlarına kadar tarihten siliniyordu. En çok kırılıp dökülen imha edilen yeniçeri üsküflü mezar taşlarıydı.
Yeniçeri Ağa’sını makamı olarak kullanılan Süleymaniye’deki Ağa Kapısı Şeyhülislam’a verilmiştir. Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasına ilişkin ferman eksiksiz uygulandığından yeniçeri kahveleri de kapatıldığı gibi askeri müzik örgütü olan Mehterhane de yok edildi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından bir müddet sonra 10 Temmuz 1826’da çıkarılan fermanla Bektaşi tarikatı da ortadan kaldırıldı. Bu sonuç kaçınılmazdı. Bektaşilik ile Yeniçeri Ocağı arasında yakınlık, ocağın kuruluşunda Hacı Bektaş-ı Veli tarafından asker için dua edildiği inancına kadar dayanmaktaydı. Yeniçeriler, Bektaşi geleneğine göre yetiştirilip Bektaşiliği benimsiyorlardı. Yakınlık öylesine gelişmişti ki yeniçeri kışlalarında sürekli oturan Bektaşi babaları vardı. Yeniçeri kahvelerinin bir köşesinde Bektaşi babası da otururdu. Sultan Mahmut bu kahvehanelerin bir fesat yuvası olduğunu ve devletin başına gaileler açan bu insanların buralarda eğitim gördüğünü buradaki dedikodular ile ortaya çıktığını düşünüyordu. Bektaşilik bu tarihten itibaren gizli bir tarikat halini aldı. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile sonuçlanan bu olaylar Osmanlı tarihlerine Vaka-i Hayriye olarak geçti. Sultan II. Mahmut’un bundan sonra görülecek olan reform çalışmalarına ancak ocağın ortadan kalmasından sonra başlayabilmiştir.
Askeri alanda reformlar
Yeniçerilerin bozguna uğratılmasından sonra 17 Haziran 1826 günü yayınlanan fermanda Avrupalı devletlerin ordularına benzer yeni bir ordu kurulacağı ilan edildi. Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan bu orduya Hz. Peygamber’in ismine izafetle “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” adı verildi. Yeni ordu kurulduğu sırada yeniçerilikle ilgili her türlü isim, ünvan ve işaretler kaldırılırken Ağa Kapısı’nın adı da Serasker Kapısı olarak değiştirilmiş ve Serasker sıfatıyla Mansure Askerinin başına getirilen ilk kişi Ağa Hüseyin Paşa olmuştu. Bu suretle seraskerlik (Milli Savunma Bakanlığı) makamı da kurulmuştu. Şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binası Serasker Kapısı olarak belirlendi.Yeni ordunun tüzüğü, Nizam-ı Cedit örnek alınarak hazırlanmıştı. Yeni ordunun iç tüzüğü ulemayı rahatsız etmeyecek yönde hazırlanmasına karşın getirilen bir yığın yenilik gavur icatları olarak algılanıp hoş karşılanmıyordu. Bunun için her kışlaya din eğitimi veren bir imam atanması yoluyla sızlanmanın önüne geçilmeye çalışıldı. İlk teşkilat kanununa göre, Mansure ordusunun mevcudu, 12. 000 olarak tespit edilmişti. Bunlar “tertip” denilen sekiz alaya ayrılacaklardı. Yüz askerden meydana gelen topluluğa “saf” denilecekti. Saf kumandanı “yüzbaşı”, tertip kumandanı “binbaşı” idi. Yüzbaşılar “Başbinbaşı”ya, o da “Serasker”e, yani başkumandana bağlı bulunacaktı. Alaylardan ikisi, şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki Serasker Kapısı’nda, üçü Davutpaşa, üçü de Üsküdar kışlasında bulunacak, şehrin asayişiyle meşgul olacaklardı. Daha sonra yapılan değişiklikle, tertip yerine alay, kol yerine tabur, saf yerine bölük tabirleri getirildi Alay komutanlarına miralay, tabur komutanlarına binbaşı dendi ki günümüzde dahi TSK da ordusunda bu tabirler kullanılmaktadır.
Sultan Mahmut, yeni askerî talim, yürüyüş ve kıyafetler için mehter müziğinin uygun olmadığını bu musiki ile muharebe edilmez diyerek asırlarca milletin kahramanlık duygularını ve ordunun motivasyonunu kamçılamış olan Mehterhane yerine batılı düzen ve kıyafette yeni bir askeri muzika gereğine inanıyordu. Serasker Hüsrev Paşa, ordunun süvari ve piyade eğitimini Avrupalı subaylar aracılığı ile modernleştirme gayretlerini sürdürürken, modern Avrupa ordularının vazgeçilmez unsurlarından olan bando meselesine de el atmıştı. Onun seraskerliği zamanında Topkapı Sarayı’nda Enderun’da içoğlanlarının kıyafetleri, ekipmanları, ders ve maaşları Harbiye Nazırlığınca karşılanmak üzere Muzıka-i Hümayun kuruldu. Muzıka-i Hümayun için gerekli kadronun yetiştirilmesi adına müzik alanında devrin en önde olan ülkesi İtalya’dan yeni bir şef istenmesi kararlaştırıldı. Sardunya Krallığının İstanbul temsilcisi Marki Groppalo’dan şöhretli bir maestro talep edildi. Sultan Mahmut, İtalyan makamlarının seçtiği Guiseppe Donizetti, ülkesinde görev yaptığı Casele Alayı’ndan üç yıl için izin alarak enstrumanalarıyla birlikte 8.000 Fransız frankı vererek İstanbulla getirtti. Donizetti 17 Eylül 1828’de İstanbul’a geldi. Donizetti’ye kendisinden önce hiçbir Avrupalı uzmanın sahip olmadığı geniş yetkiler verildi. Donizetti, Topkapı Sarayı’da Enderunda kabiliyetli ve istekli olanlardan bir bando kurup eğitime başladı. Donizetti İstanbul’a gelişinden 1 sene sonra yeni askeri bando 19 Nisan 1829’da Rami kışlasında yapılan bayramlaşma törenine de katılarak ilk kez bir bayram töreninde yer aldı. Donizetti törende 11 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi marşı olacak olan “Mahmudiye Marşını” Sultan Mahmut’un huzurunda icra etti. Hizmetleri özellikle sıcak kanlılığı sebebiyle bazı kimseler onu Müslüman gibi değerlendirerek şaka yollu olarak Don İzzet Paşa olarak adlandırmıştı. Donizetti Paşa bando eğitmenliği yanında, hanedan mensuplarına, haremdeki hanımlara ve şehzadelere klasik müzik dersi veriyordu.
Sultan Mahmut hassa mimarı Kirkor Balyan’a şehrin değişik yerlerine neo-klasik uslupta taş kışlalar yaptırmıştı. Sultan’ın ziyaretleri sırasında kullanılmak üzere hepsinde özel bir hünkar kasrı inşa edilmişti. Üsküdar’da 1794-1799 yılları arasında Sultan III. Selim’in yaptırdığı ve 1808 olaylarında hasar gören ahşap Selimiye kışlası taş kullanılarak yeniden inşa edilip ve 1 Şubat 1829’da hizmete girdi. Yapı günümüzde Birinci Ordu Karargahı olarak kullanılmaktadır. Kirkor Balyan ayrıca Heybeliada’da Deniz Harp okulu, bu gün Taksim Meydanı’nın bulunduğu yerde bir başka kışla ve Davut Paşa kışlalarını inşa etti.
Kılık kıyafet alanındaki reformlar
7 Temmuz 1826 tarihli Asakir-i Mansure Kanunnamesinde neferlerin ve zabitlerin giyecekleri kıyafetler de belirlenmişti. Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedid’i gibi Sultan II. Mahmut’un Asakir-i Mansure’sinde de neferlere mavi bere, kırmızı pantolon ve kırmızı ceketten oluşan Fransız tarzı bir üniforma giydirilmesi kararlaştırılmıştı. Binbaşılar; üzerlerine sırma çap rastlı kadife ve sıkma başa şubara giyip üzerine lahor şalı saracaklardı. Yüzbaşı ve Sancakdar Çavuşlar çukadan sıkma ve telli şubara, neferler ise sade şubara giyeceklerdi. Ancak bu sefer sadece askerler değil Sultan Mahmut’un kendisi de halkın önüne benzer bir kıyafet ile çıktı. Yeni ordunun giyeceği elbise konusunda halktan gelecek tepkilerden çekinen Sultan II. Mahmud muhtemel tepkileri ortadan kaldırmak için Batılı tarzda talim yapan Mısır ordusunun başlığı olan şalı Asakir-i Mansure’nin başlığı olarak kabul etmişti. Aynı başlık kalite ve renk farklı olmak üzere diğer devlet memurları için de söz konusuydu.
Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa,Yunan isyanını bastırmak için gittiği askeri harekattan tam da bu günlerde İstanbul’a dönmüştü. Hüsrev Paşa, Müslüman olarak Hurşid adını alan bir Fransız subayın tavsiyesi ile Fas, Tunus ve Mısır’da kullanılan fesleri kalyoncu birliklerine başlık olarak giydirmişti. 1827 yılında serasker olan Koca Hüsrev Paşa bu fesli birlikleri de genel kurmay karargahına nakletmişti. Şubaralara göre daha pratik olan bu yeni başlıkları giydirdiği askeriyle Sultan II. Mahmut’u bir Cuma selamlığından sonra selamlayan Hüsrev Paşa’nın birlikleri ve özellikle fesleri Sultan Mahmut tarafından çok beğenilmişti. Ancak fesin ordunun başlığı olmasına karar verilmeden önce bunun İslam hukukuna uygunluğu görüşülmüş ve fesin İslam'a ters düşmediği Mısır ve Mağrip'te askerlerin tümünün fes giydiği hatta Mekke-i Mükerreme Şerifi askerlerinin dahi giymesinde bir sakınca olmadığı belirtilmiştir. Bunun üzerine Kaptan Hüseyin Paşa'nın desteğiyle tüfenkçi namıyla bir takım fesli istihdam olmuştur. Şer'an ve aklen fes kullanılmasına bir şey söylenemeyeceği vurgulanmıştır. Yapılan bu girişimlere karşın herhangi bir şekilde muhalif söylentilerin önüne geçmek içinde sert tedbirler alınacağı bildirilmiştir. Bunlarla beraber camilerde Cuma günleri yapılan vaazlarda bu konuların gündeme getirilerek bilinçlendirme çalışmalarının yapılması uygun bulunmuştur. Sultan Mahmut, bu meselenin meclis tarafından ittifakla kararlaştırmasını memnuniyetle karşılayarak bu konuya gerekli ehemmiyetin gösterilmesini emri ferman buyurmuş ve bir Hatt-ı Hümayun yazarak kararı tasvip etmiştir . Alınan kararın hemen akabinde Tunus’tan 50.000 fes sipariş edilmişti.
Bu dönemden itibaren şehirdeki merasim alanlarında sıkça rastlanan manzara halkın şaşkın bakışları içerisinde sırtında lacivert pelerini, pantolonu, başında sorguçlı ve püsküllü fesi ile ayaklarında çizmeleriyle Sultan Mahmut’un askerlerine talim yaptırmasıydı. Sultan Mahmut sakalını da kısaltarak kıyafetleriyle birlikte modern görünümü ile yeni bir modaya öncülük ediyordu. Sultan Mahmut giyim ve davranışlarıyla nazırlara örnek olup belirlenen şekilde giyinmeye yanaşmayan devlet adamları bizzat azarlıyordu. 7 Şubat 1829 tarihinde Rami’de Kışla Camii’nde düzenlenen Cuma selâmlığı esnasında padişahın baş imama hitap ederek bundan sonra başına sarık şeklinde sarılmış şal yerine fes, sırtına ise askeriyeye ve mülkiyeye mahsus harvanî giymesini emretmesi etrafta bulunanlar tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı. Geleneksel giyim tarzı konusunda ısrarcı olan ulema ve din görevlileri ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuşlar, II. Mahmud ta gerek Vak’a-i Hayriye’de gerekse reformlar konusunda büyük destek gördüğü bu kesimin üzerine fazla gitmemişti. İki aylık uygulamadan sonra ulema ve din görevlileri için fes ve harvani giyme zorunluluğundan vazgeçilmişti. Değişiklik konusunda kararlı olan II. Mahmud’un da isteği yerine getirilerek bu meselede bir orta yol bulunmuştu. Geleneksel uygulamayı andıracak şekilde başlık olarak imame ve tülbent sarmak, üstlük olarak ferace giymek ulemanın yeni dönemdeki kıyafeti olmuştu.
Sultan Mahmut’un 3 Mart 1829’da yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile kavuk ve sarık giyilmesini resmen yasaklanırken. Asakir-i Mansure’nin deniz askerlerinden ayırt edilebilmesi için feslerine eğri bir sarık sarılması kararlaştırıldı. Memur sınıfı ve halk kitlesinin de dal fes yani sade fes giymeleri kararlaştırıldı. Nizamname ile ulema da dahil olmak üzere tüm devlet memurlarının ve ordu mensuplarının harvani, setre-pantolon ve ceket giyecekleri duyuruldu. Bu değişikliğin zamanlaması ve yeri hayli ilginçti. 1828 yılında Rusya ile başlayan savaş sebebiyle Rami Kışlası’na yerleşen Sultan II. Mahmud, kıyafet inkılâbını burada bulunduğu iki sene içinde gerçekleştirmişti. Tasarladığı değişiklikler için Rami Kışlası’nı bir laboratuar olarak kullanan padişah, bu değişikliklere duyulacak tepkilerin savaş ortamında asgari seviyede kalacağını düşünmüş olması muhtemeldir.
İdari alandaki reformlar
Sultan Mahmut’tan önce yapılan yeni düzen çalışmaları daha çok orduda ve cemiyetin bazı müesseselerinde yapılmış, fakat hükümet kurumlarının yapısına ve şekillerine dokunulmamıştı. Bu itibarla Sultan Mahmut’un hükümet kurumlarında yaptığı düzen, batılılaşma yolunda yapılan çalışmaların önemli bir merhalesidir. Sultan Mahmut, devletin içte ve dışta karşılaştığı son derece ciddî ve hayatî tehlikelerle karşı karşıya gelmesine rağmen, giriştiği ıslahat etkinliklerinde yılmadan, usanmadan, cesaretle büyük çabalar gösterdi. Özellikle 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapattıktan sonra kendini daha güçlü hisseden Sultan Mahmut ömrünün son yılarında merkezî idare ve hükümet teşkilatında büyük düzenlemelere giderek “modern” bir devlet teşkilatı ve bürokrasisi kurmaya çalıştı. Bu doğrultudaki çalışmalarıyla Avrupa tarzında bir hükümet teşkilinin ilk örneklerini verdi
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Topkapı Sarayı’nda Yeniçerilerin maaşlarının verildiği 3 ayda bir gerçekleşen ulufe merasimleri de tarihe karışmıştı.Ulufe merasimlerinde ve elçilerin kabulünde Divan-ı Hümayun’un toplanması geleneklerininde tarihe karışmasının ardından Sultan II. Mahmut 1834 yılında Divan-ı Hümayu’u lağvetti. Onun yerine Meclis-i Vala ve Meclis-i Vükela’yı kurdu ve bir çok bakanlıklar teşkil edildi. Sadaret kethüdağlığı dahiliye nezaretine, reisülküttaplık hariciye nezaretine, defterdarlık maliye nezaretine çevrildi. Sadrazamlık unvanı başvekile çevrildi. Sadrazam, padişahın mutlak vekili olmaktan çıktı. Bu sıfatla yetkiler nazırlara (bakanlara) geçti. Başvekilliğe ilk defa olarak Rauf Paşa getirildi. Modern manada bakanlıkların kurulmasındaki amaç Avrupadaki gibi kabine sistemine geçişin alt yapısını hazırlamaktı. Şeyhülislamlık hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakılmıştır. Sultan Mahmud, şeyhülislamlığı, Müslüman olmayan halkların millet örgütlerinin din başkanlığı anlamına benzer bir şekilde bir çeşit islam milletinin din görevlisi haline getirdi. Sadrazamlık kaldırılınca eskiden iki kazasker aracılığı ile o makama bağlı olan kadılıklar ve şeriat mahkemeleri de şeyhülislamlığa bağlandı. Böylece şeyhülislamlık dinsel hukuk genel direktörlüğü diyebileceğimiz bir niteliğe girdi. Eski totaliter din-devlet bileşiminde ilk çatlama ilk ikilenme bu şekilde başladı.
Meclis-i Vâlâ, adalet işlerinden yüksek düzeyde sorumlu bir meclisti. 24 Mart 1838’de Gülhane’de kurulmuştur. Memurların muhakemesi, hükümet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi gibi mühim meseleler ile ilgilenen bu meclis, Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip en önemli organ olarak kuruldu. Başkanlığına eski seraskerler Koca Hüsrev Paşa’nın getirildiği meclis beş üyeden oluşmaktaydı. Başkan ve üyeleri, vezirler ve yüksek rütbe sahipleri arasından seçilirlerdi. Kararlar çoğunluğa göre verilirdi. Oyların eşitliği halinde son söz padişahın olurdu.II. Mahmut devrinin sonlarında, 1838’de bakanlıkların teşkil edilmesiyle modern anlamda bir hükümet şekline doğru yönelme olmuştu. Divan-ı Hümayun’un yerini bakanların teşkil ettiği Meclis-i Vükela veya diğer adı ile Meclis-i Has almaya başlamıştı. Bu meclise Sultan’ın Bakanlar Meclisi anlamında “Meclis-i Has-ı Vükela” da denir. Nazırların toplandığı padişahın hususi danışma kurulu olarak faaliyet gösteren meclistir. Meclis-i Vükela, başvekilin başkanlığında toplanıp önemli devlet işlerini görüşür ve icra işlerinde nezaretler arasında koordinasyonu sağlardı. Nazırların her biri nezaretlerinin görev alanına giren işlerden sorumluydu. Meclis, gerekli gördüğü veya alt kademedeki diğer meclislerin hazırladığı tasarıları ve meseleleri tartışıp gerekli düzeltmeleri yapar, daha sonra sadrazam bunları bir tezkireyle padişahın onayına sunardı.
Eğitim alanında reformlar
Medreselerin tamamen kaldırılması mümkün olmadığından padişah, medrese dışında Avrupa usulünde bir eğitim sistemi kurulmasına teşebbüs etti. Batıda, 18. yüzyıldan itibaren yaygın düşünce halk kitlelerinin kalkındırılması için ilköğretimin mecburî oluşu idi. Bu doğrultuda Sultan II. Mahmut, 1824 yılında bir ferman yayınlatmak suretiyle “ilköğretimin her yurttaş için zorunlu hale getirildiğini, okuma ve yazma öğrenimiyle birlikte dinî bilgilerin de öğretilmesi gerektiğini” halka ilan etti. İfade biçiminden yalnızca İstanbul için ilköğretimi zorunlu gördüğü anlaşılan bu ferman eğitim tarihinde büyük önem taşır. İlköğretimin zorunlu hale gelmesinden sonra bu kurumlar çok sıkı bir örgütlenme altına alındı. Mekteb-i Sıbyan adı altında okullar açıldı. Yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere İstanbul’un bazı taraflarında bugünkü ilkokula denk rüşdiye okulları kuruldu. Sıbyan mektepleri ile askerî okullar arasında yer alan rüşdiye’nin açılmasıyla bugünkü ilk mekteplerin temeli atılmış oldu. Çocukların rüşt yaşına kadar bu yeni okullarda okumaları düşünüldüğü için bunlara rüştiye adını II. Mahmut vermiştir. Bu ad 1923 yılına kadar kullanılmış ancak o tarihten sonra ilk mektebe çevrilmiştir. Daha önce açılan Sıbyan mekteplerini bitirenlerin gidebileceği, Rüşdiye düzeyinde olan ve gerek halk gerek memur olacaklara yanlışsız yazı yazabilme, bir konuyu kaleme alabilme öğretimi yapmak amacıyla “Mekteb-i Ulum-i Edebiyye” kuruldu. İlk açılan ve kendine özgü yönleri bulunan rüştiye mektepleri, Mekteb-i Maarif ve Mekteb-i Ulum-i Edebiye’dir. Devlet memurlarının yetiştirilmesi için bir de “Mekteb-i Maarif-i Adlî” kuruldu. Adlî kelimesi, okulun Mahmud-u Adlî zamanında kurulduğunu anlatmak için verilmiştir ve hukukî bilgilerle ilişkisi yoktur.
Sultan II. Mahmud, yeni kurduğu ordusu için hekim gereksinimini karşılamak amacıyla batılı anlamda bir tıp okulu açılmasını istemekteydi. Tıp okulu da bu gereklilik nedeni ile Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi’nin, Asakir-i Mansure’ye hizmet edecek tabip ve cerrahların yetiştirilmesi için II. Mahmut nezdinde yaptığı girişim sonucunda kuruldu. Bu mektebin ilk programını hazırlayan Behçet Efendi, Türkiye’de modern tıp mektebinin de kurucusu oldu. Bu mektebin belgelerde adı Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure şeklinde geçer. Tıp okulu Günümüzde tıp bayramı olarak kutlanan 14 Mart 1827’de Behçet Mustafa Efendi’nin nazırlığında Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda öğretime başladı. Tıphane-i Amire’de öğretim Fransızca, Cerrahhane’de Türkçe yapılması kararlaştırılmıştı. 1838 yılında bu iki mektep birleştirildi ve adı II. Mahmut’un adlî mahlasına nisbetle “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” olarak değiştirildi.
Avrupa usulünde eğitime başlanmış olan yeni orduda en büyük problem, Avrupa tarzı eğitimden anlayan subayların yetersiz oluşuydu. Sultan Mahmut bunun için, batı metodlarına uygun olarak Osmanlı askerlerini yetiştiremeyeceğini anlayıp yeni ve modern bir ordu kurmuş olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yetişmiş subaylar istedi. Ancak yeteri kadar ilgi görmeyince, Avrupa’nın değişik ülkelerinden yabancı uzmanlar getirtme kararı aldı. Serasker Koca Hüsrev Paşa, Avrupa’nın en güçlü ordularından birine sahip olan Prusya’dan Osmanlı ordusunun modernleşmesinde görev almak üzere askeri uzmanlar getirilmesini sağladı. Asakir-i Mansure için çok sayıda subaya ihtiyaç vardı. Bu subayların hepsini Avrupa’dan getirtmeye imkan yoktu. Bu itibarla Avrupa’da subayların yetiştirilmesinden faydalanılan okullar gibi bir okulun İstanbul’da açılmasından başka çare yoktu.
Koca Hüsrev Paşa, Sultan II. Mahmut’a yazdığı bir tezkirede Fransa’daki Ecole Militaire tarzında bir askerî mektebin açılmasının ve Avrupa’dan askerî öğretmen getirilmesinin lüzumunu dile getiriyordu. Birkaç defa elçilik ile Avrupa’ya gidip oradaki harp okullarını gören Namık Paşa Harp Okulu’nun açılması çalışmalarıyla görevlendirildi. Mehmet Namık Paşa’nın yanına Ahmet Fevzi Paşa yardımcı olarak verildi. Selimiye Kışlası’ndaki sıbyan bölükleri okul haline getirilen Maçka Kışlası’na nakledildi. Bunlara daha ciddi bir program uygulanmaya başlandı. Eğitime başladıktan sekiz ay sonra II. Mahmut mektebi ziyaret etti bu ziyaret, okulun resmen açılış tarihi olarak kabul edildiği gibi adı da Mekteb-i Harbiye olarak tescil edildi. Başarılı öğrencilerin bazıları, Avrupa başkentlerine, batı usulü eğitim yapmaya gönderildiler. Mektep için batıdan ve en çok Prusya’dan öğretmenler getirildi. Bunlar Türkçe bilmedikleri için tercüman vasıtasıyla ders verdiler. Harbiye Mektebi, batı tarzında yetiştirilen subayların da ana kaynağı oldu. Yeni müesseselerin ihtiyacı olan kalifiye elemanların yetiştirilmesi için Avrupaya öğrenci gönderilmesi kararlaştırıldığında Serasker Koca Hüsrev Paşa öğrencilerin birçoğunun masrafını kendi cebinden karşıladı.
Ölümü
Vereme yakalanmış olan Sultan Mahmut, 1839 yazında rahatsızlığı iyicene artınca sıcak yaz günlerinde Çamlıca havasının kendisine iyi geleceğini ümit ederek bunaltıcı bir yaz gününde Beşiktaş Sarayı’ndan birkaç yakınının eşliğinde saltanat kayığına binerek Üsküdar’a geçti oradan Çamlıca’ya geçerek eşi Bezmialem Sultan ve oğlu Abdülmecit ile birlikte, kardeşi Esma Sultan'ın buradaki köşküne yerleşti. Sultan Mahmut’un ağırlaştığı günlerde, Meclis-i Vala Reisi Koca Hüsrev Paşa, güvendiği saray adamları aracılığıyla padişahın durumunun dışarıdan duyulmaması için önlemler aldırmış kendisi de hasta padişahın yattığı Çamlıca Kasrının bir odasına yerleşmişti. Amacı ölümden, herkesten önce haberdar olmak ve padişahlık müjdesini de yine herkesten önce Şehzade Abdülmecit’e ulaştırarak, bulunduğu görevden sadrazamlığa atanmak idi. Şehzade Abdülmecit ve annesi Bezmialem Sultan da ölüm haberini bekliyorlardı.
Sultan Mahmut’tan umut kesildiği sırada sözde devleti ve milleti düşünen kimi devlet adamları ve Hüsrev Paşa, koma halindeki padişahın tahttan indirilmesine fetva alıp oğlu Şehzade Abdülmecit’i bir an evvel tahta oturtmak düşüncesindeydiler. Buna karşılık Sultan Mahmut’a çok bağlı bir grup saray erkanı ise hekimlerin padişahı kasten tedavi etmedikleri, şayet oğlu Şehzade Abdülmecit ortadan kaldırılırsa mecbur kalıp iyileştirecekleri inancıyla daha korkunç, tehlikeli ve duygusal çareler peşindeydiler. Bunların başında da Hüsrev Paşa’nın siyasi rakibi Kaptan-ı Derya Müşir Ahmet Fevzi Paşa vardı. Hüsrev Paşa olasılıkla kendi uydurması olan bu suikast ihtimalinden genç şehzadeyi ve annesi Bezmialem Sultan’ı gizlice bilgilendirerek onları kendisine minnettar kalmayı gözetmişti. Bu gizli hesapları komadaki padişah sezmiş ya da ona acımayarak kulağına fısıldayanlar olmuş olmalı ki, ölümün beklendiği o günlerde Sultan Mahmut oğlu Şehzade Abdülmecit’e ve annesi Bezmialem Sultan’a küskündü. Ölüm döşeğindeyken Şehzade Abdülmecit babasını son kez görmek isteğiyle gizlice odasına girmiş ayaklarına yüzünü sürüp ağlarken, durumu fark eden Sultan Mahmut son takatini sarf edip oğlunun yüzünü tekmelemişti. Sultan Mahmut 2 Temmuz 1839 pazartesi günü sabaha karşı hayatını kaybetti. Hüsrev Paşa Sultan Mahmut’un öldüğünü öğrenir öğrenmez yanından ayırmadığı Serasker Said Paşa’yı güvenlik önlemleri ve cülus hazırlıklarıyla görevlendirdi ve Bezmialem Sultan’a oğlunu cülus merasimine hazırlaması için haber gönderdi.
Sultan II. Mahmut’un cenazesini oğlu Şehzade Abdülmecit gördükten sonra seher vakti Harem iskelesine indirilip oradan yedi çifte kayıkla Topkapı Sarayı’na getirilip Hırka-i Saadet Dairesinin şadırvanı önünde yıkanıp kefenlenmişti. Sultan Abdülmecit’in Topkapı Sarayı’ndaki cülus merasiminden sonra Sultan II. Mahmut’un cenaze namazı kılınıp cenaze alayı düzenlenerek birden bastıran yağmur altında kız kardeşi Esma Sultan’ın isteğiyle naaşı Esma Sultan’ın Cağaloğlu’ndaki köşküne defnedildi. Projesi Hassa Mimarı Garabet Amira Balyan'a ait olan ve Abdülhalim Efendi'nin nezaretinde yapılan Sultan II. Mahmut’un Cağaloğlu’ndaki türbesi bir yılda tamamlandı.
Mimari çalışmalar
Sultan II. Mahmud döneminde, mimari alanda da yeni bir gelişmenin başladığı görülür. İmparatorluğun değişik bölgelerinde birbirinden güzel yapılar inşa edildi. Sultan II. Mahmud'un yaptırdığı eserlerden bazıları şunlardır; Rodos Süleymaniye Camii, İzmir Bıyıklıoğlu Mahmud Camii, hayatını kurtaran Cevri Kalfa'nın adını verdiği mektep, Tophane Nusretiyye Camii, Arnavutköy Tevfikiye Camii, Asariye Camii, Hidayet Camii İstanbul Kocamustafapaşa Küçük Efendi Camii, Külliyesi, İstanbul Başakşehir Şamlar köyü tarihi camii ve bendi, Taş Kışla, Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü.
Sultan II. Mahmud ayrıca, İstanbul'daki bütün büyük camilerin tamirini de yaptırdı. Unkapanı köprüsü yine onun zamanında yapıldı. Mekke-i Mükerreme'de bir medrese yaptırdı ve Mescid-i Aksa'yı tamir ettirdi. Aynı zamanda hattat, bestekâr ve şair olan Sultan II. Mahmud yazdığı şiirlerde Adlîmahlasını kullandı.
Ailesi
Evlendiği Kadınlar
- Bezmialem Valide Sultan (d.1807 - ö.1853)
- Pertevniyal Valide Sultan (d.1812 - ö.1883)
- Haciye Pertev-Piyale Nev-fidan Kadın Efendi (d.1793 - ö.1855)
- Ali-cenab Kadın Efendi (ö.1839)
- Fatma Kadın Efendi (ö.1809)
- Kamarı Kadın Efendi (ö.1825)
- Aşub-i Can Kadın Efendi (d.1793 - ö.1870)
- Haciye Hoşyar Kadın Efendi (ö.1859)
- Hüsn-i Melek Kadın Efendi (d.1812 - ö.1856)
- Nurtab Kadın Efendi (d.1810 - ö.1886)
- Misl-i Na-yab Kadın Efendi (ö.1825)
- Perviz-felek Kadın Efendi (ö.1863)
- Zeyin-i Felek Kadın Efendi (ö.1842)
- Vuzlat Kadın Efendi (ö.1830)
- Zer-Nigar Kadın Efendi (ö.1832)
- Ebr-i Reftar Kadın Efendi (ö.1825)
- Lebriz Felek Kadın Efendi (d.1810 - ö.1865)
- Tiryal Kadın Efendi (d.1810 - ö.1883)
Erkek çocukları
- Abdülmecid (d.1823 - ö.1861)
- Abdülaziz (d.1830 - ö.1876)
- Şehzade Ahmed (d.1814 - ö.1815)
- Şehzade Ahmed (d.1819 - ö.1819)
- Şehzade Ahmed (d.1819 - ö.1819)
- Şehzade Ahmed (d.1822 - ö.1823)
- Şehzade Ahmed (d.1823 - ö.1824)
- Şehzade Bayezid (d.1812 - ö.1812)
- Şehzade Abdülhamit (d.1811 - ö.1815)
- Şehzade Abdülhamit (d.1813 - ö.1825)
- Şehzade Abdülhamit (d.1827 - ö.1828)
- Şehzade Süleyman (d.1817 - ö.1819)
- Şehzade Mehmet (d.1814 - ö.1814)
- Şehzade Mehmet (d.1816 - ö.1816)
- Şehzade Mehmed (d.1822 - ö.1822)
- Şehzade Murat (d.1827 - ö.1828)
- Şehzade Hafiz (d.1836 - ö.1839)
- Şehzade Nizameddin (d.1835 - ö.1838)
- Şehzade Osman (d.1813 - ö.1814)
- Şehzade Kemalüddin (d.1813 - ö.1814)
- Şehzade Abdullah (d.1820 - ö.1820)
- Şehzade Mahmud (d.1822 - ö.1822)
Kız çocukları
- Emine Sultan (d.1813 - ö.1814)
- Hamide Sultan (d.1817 - ö.1818)
- Hayriye Sultan (d.1831 - ö.1832)
- Şah Sultan (d.1812 - ö.1814)
- Saliha Sultan (d.1811 - ö.1843)
- Ayşe Sultan (d.1809 - ö.1810)
- Atiye Sultan (d.1824 - ö.1850)
- Fatma Sultan (d.1828 - ö.1830)
- Munire Sultan (d.1824 -ö.1825)
- Fatıma Sultan (d.1809 - ö.1809)
- Mihrimah Sultan (d.1812 - ö.1838)
- Adile Sultan (d.1826 - ö.1899)
- Fatma Sultan (d.1810 - ö.1825)
- Emine Sultan (d.1814 - ö.1814)
- Şah Sultan (d.1814 - ö.1817)
- Emine Sultan (d.1815 - ö.1816)
- Zeyneb Sultan (d.1815 - ö.1816)
- Cemile Sultan (d.1818 - ö.1818)
- Hamide Sultan (d.1818 - ö.1819)
- Hatice Sultan (d.1825 - ö.1842)
- Hayrie Sultan (d.1832 - ö.1833)
- Rafia Sultan (d.1836 - ö.1839)
AYRICA
- Alemdar Mustafa Paşa
- 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı
- Sırp İsyanları
- 1821-1823 Osmanlı-İran Savaşı
- 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı
- Navarin Deniz Savaşı
- Kavalalı Mehmet Ali Paşa
- Hünkar İskelesi Antlaşması
KAYNAKÇA
- Özel
- ^ İlber Ortaylı (1995), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayın, sy. 23
- ^ http://www.onurcoban.com/2011/09/isimsiz-savaslar.html
- ^ Fahrettin ve Seyfi, 1820 - 1827 Mora İsyanı, Askeri Matbaa, İstanbul, 1934.
- Sakaoğlu, Necdet (1999). Bu Mülkün Sultanları. İstanbul: Oğlak Yayınları. ISBN 875-329-299-6. say.415-435
- Kinross, Lord (1977). The Ottoman Centuries. İstanbul: Sander Kitabevi. ISBN 0-224-01379-8. (İngilizce)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder